Oldukça nemli ve sıcak bir yaz akşamında Split’den bindiğim gece treni saat 22’de hareket ediyor ve ertesi sabaha denizden uzak, soğuk bir başkentte üşüyerek uyanıyorum.
Pazar sabahı, henüz saat altı olmasına karşın gar binası ve hemen önündeki cadde, tramvay durağı kalabalık. Zagreb’de rezerve ettiğim odanın yerini telefondaki google haritasından gösterebilsem de oraya nasıl ulaşabileceğimi bilmiyorum. Danışma gişesindeki bayana adresi söylüyorum ama adresin yakınlarda olmadığını, taksiye binmemi öneriyor. Bu noktada yaptığım hata şu ki, bayana adresi değil şehir haritasını sormalı idim! Böylece gara 4 km mesafedeki odama, taksiye vereceğim 80 kuna yerine bir tramvay bileti ile aynı sürede gidebilecektim.
Zagreb’de ulaşım için tramvay ağı (gar durağı: Glavni Kolodvar) hem yaygın hem de geniş bir saat aralığına sahip. Tramvay ve otobüs için gece seferleri de oldukça sık sayılır. Şehrin ana caddesi kabul edilen Ulica Caddesi’ne yakın olmanız pek çok yere kolayca ulaşmanız için yeterli ve biletin doksan dakikalık aktarma süresi de var. Gardan 6-13 numaralı tramvaylar ile şehir meydanına, 2-6 numaralar ile de Ulica Caddesi’ne ulaşabilirsiniz.
Tramvay biletlerini kiosklardan veya “tisak”lardan (bizdeki büfeler gibi) 10 kuna karşılığı veya tramvay şoföründen alabilirsiniz.
Sabah 6:30 da otelin önünde olunca ev sahibine ulaşmam ve odaya yerleşmem zaman alıyor. Çantamı bırakıp çıkıyorum ve kayıt saatine kadar şehir merkezinde sabah gezmesi yapıyorum.
Hırvat nüfusun yaklaşık dörtte biri (bir milyon) nin yaşadığı başkentin tarihi/turistik bölümü “Yukarı Şehir” ve “Aşağı Şehir” olarak iki parçada gezilebilir. İki bölgenin de kendine has havası ve mimarisi var. Şehir haritasında verilmiş rotayı takip ederek Yukarı Şehri sokak sokak gezmek için iki buçuk saat yeterli oluyor.
Arkeolojik araştırmalar, civardaki yaşamın MÖ 35 binli yıllara kadar gerilediğini gösterir. İlirler, Keltler ve Romalılar bölgeden geçen büyük uygarlıklar.
Bugün “Yukarı Şehir” denen bölge Ortaçağ’da iki tepe üzerine kurulmuş. Gradec’de halk otururken ve karşısındaki Kaptol tepesi ise Kilise yönetiminin elindedir. Zagreb isminin geçtiği ilk yazılı belgede (1094) Macar Kralı’nın Kaptol tepesinde “Zagreb Piskoposluğu”nu kurduğundan bahsedilir.
Moğolların Orta Avrupa’ya akınları devam ederken 13. yüzyıl ortalarında Tatarlar Macaristan’ı işgal edince Macar Kralı Zagreb’e kaçar ve misafirperverlik ile karşılanır. Kral, gördüğü misafirperverliğe karşılık minnet borcunu ödemek ister ve yayınladığı ferman ile Gradec bölgesi “Serbest Kral Şehri Statüsü” kazanır (1242).
Şehre hâkim konumda inşa edilmiş, Neo-Gotik tarzdaki Zagreb Katedrali’nin içindeki şapellerde yer alan sandıklar ve üzerlerindeki dantel örtüler bana farklı geldi.
Yukarı şehrin diğer bir önemli kilisesi ise Aziz Marcus Kilisesi. Şehirde kaldığım iki gün içinde bir kaç kez yolumu o tarafa düşürsem de kapı hep kapalı idi. Dönüşte okuduğum bir blogda kilise ziyaret saatleri için gündüz 11:00-16:00 ve akşam 17:30-19:00 saatleri verilmiş. Zagreb’in sembol binalarından olan kilise renkli kiremitlerle desen desen işlenmiş çatııs ile dikkat çekiyor. 13. yüzyıldaki inşaatı sonrasında pek çok kez restorasyon geçiren kilisenin içindeki resimler, çizimler ve duvarlarındaki şehir armaları görülmeli imiş. Çatısının ön (güney) tarafında ise Hırvatistan, Slovenya ve Dalmaçya’dan oluşan Üçlü Krallığın ve Zagreb şehrine ait armalar bulunuyor.
Yukarı Şehir’de gezip dolaşıp da nerede soluklansak derseniz Tkalçiçeva Caddesi’ni boydan boya gezmenizi öneririm. Çok güzel tasarlanmış, kafeler, restoranlar ve barlar görebilirsiniz. Geçmişte iki tepe ahalisi arasındaki düşmanlığın şahidi, iki tepe arasından geçen Medcescak deresinin üzeri bugün asfalt ile kaplanmış ve oldukça renkli, keyifli bir caddeye çevrilmiş. Dere ise halen Sava nehrine doğru akmaya devam edermiş. Yukarı Şehir bana biraz da Prag’ı hatırlatıyor. Orta Avrupa’da olmalıyım!
Aradaki düşmanlık azaldıkça şehir tepelerden düzlüklere doğru genişledikçe iki tepenin birleştiği Trg bana Josipa Jelecica meydanı da ticaretin merkezi olmuş. Karşılıklı iki tepenin şehirleri, “Piskoposluk şehri” ve “Serbest Krallık şehri” arasındaki fark da zamanla yok olmuş ve nihayet 1850’de15 bin nüfuslu tek bir şehir, Zagreb kurulmuş. Meydandaki heykel, 1848 devrimi sırasında gösterdiği askeri başarılar ile hatırlanan komutan ve kurucu devlet adamı Josip Jelacic’e ait.
Başkentin adı da bu meydandaki çeşmede geçen bir efsaneye dayanıyor. Eski zamanlarda, güneşli bir günde savaştan yorgun argın gelen dönen Ban bey, Manda isimli kızdan su istemiş. Gel zaman git zaman su kaynağının adı Mandusevac, şehrin adı da Zagreb olmuş.
Trg Bana Jelacica meydanı şehrin buluşma noktası ve her saat oralarda birileri oluyor. Tramvay, Pazar sabahı Katedrale ayine giden, şık giyinmiş yaşlılarla dolu. Dönüşte ise aynı yaşlıların elinde bu kez Katedralin karşısında kurulan Dolac Pazarı’ndan doldurulmuş taze meyve ve sebze çantaları var.
Sonbahar yaprakları ile renklenmiş bir bahçeye bakan odamı temizleyen ve kayıt yapan teyze İngilizce bilmiyor ve sabah çantamı bırakırken asgari müştereklerde anlaştığımız üzere, saat 10’da odaya dönüp kayıt işlemlerimi tamamlıyorum.
Günün ikinci yarısı için Aşağı Şehirde dolaşmayı planlıyorum. Ilica Caddesi’ndeki eski binaları süze süze Britanski meydanına kadar geliyorum. Burada Pazar sabahları bir bit pazarı kuruluyor. Burada Dünya Savaşları dönemlerine veya sosyalist döneme ait kitaplar, plaklar, porselen yemek takımları, fotoğraflar veya aklınıza ne gelirse bulabilirsiniz. Öğlene kadar toplanmış olan pazara erken gitmekte fayda var. Eski kitaplar arasında gezerken bir tanesinin sayfasında eski Yugoslavya dönemi futbol sezonu tablosunu görüyorum. Sarajova takımı birinci sırada. Kitaba baktığımı gören bir bey, nereli olduğumu soruyor. İstanbul deyince de benimle Türkçe konuşmaya başlıyor. Altı ay kadar İstanbul’da yaşamış ve iki ay kadar da Sahaflarda Özbek kitaplarını Kiril alfabesinden Latin alfabesine tercüme etmiş. “Güzel şehir” diyor, İstanbul için.
Pazar günü mahmurluğu tüm başkente yayılmış, sokaklarda Uzak Doğulu turist grupları dışında pek kimseye rastlamıyorum. Ancak akşam yürüyüşüne çıkan Zagrebliler ve meydanda toplanmaya başlayan gençler ile parklar ve bahçeler renkleniyor.
Aşağı Şehir’de Avusturya-Macaristan dönemi mimarisi hakim, geniş caddeler ve heybetli binalar var. Çoğu resmi amaçlı kullanılan binalar çok da bakımlı değil ama aktif olarak hayatın içinde oldukları sürece rahatsız edici bir durum da göze çarpmıyor. Üzerlerine kat çıkılmamış, yıkılanlar yerine “modern” tasarımlar eklenmemiş, abartılı tabelalarla kirletilmemiş.
Özellikle ana caddelerde çok sık market görsem de Pazar günü olması nedeni ile bir kısmı sadece birkaç saatliğine açık, çoğu ise tamamen kapalı. Pazar günü başkent terkedilmiş gibi; bir büfeden su alıyor ve odama dönüyorum.
Pazartesi sabahı için planım, şehre otobüs ile bir buçuk saat mesafedeki Plitvicka Jezare Milli Parkı’na gitmek olsa da karanlık ve yağmurlu bir sabaha uyanınca tatilde olduğumu hatırlıyor ve maceraya girmeden şehirde kalmamın daha eğlenceli olabileceğine karar veriyorum. Zagreb otobüs durağından gideceğiniz yönü internetten araştırabilirsiniz. Ben, bugünü aylaklığa ayırdım! Kıyafetlerim hava durumuna uygun olmayınca şartları zorlamadım ama Hırvat sanatçı Ana Rucher’in gidip de göremediğim milli parkta çekilmiş videosunu izlemek bile oldukça keyifli!
Yarın sabah Hırvatistan’dan Slovenya‘ya geçeceğim. Bu sabah ilk iş tramvay ile gara gidiyor ve Ljubljana için tren biletimi kredi kartı ile alıyorum, ücreti 126 kuna. Bilet üzerinde sadece tarih yazıyor ve gün boyunca geçerli ve gün içindeki dört seferden birisini tercih edebilirim.
Gardan da yürüye yürüye önce Aşağı Şehir’de sonra da Yukarı Şehir’de dolaşıyorum. Ara sokaklara giriyorum. Öğle saatinde yemek molasına çıkmış şemsiyeli, şık kıyafetli Zagreblileri seyrediyorum. Yağmurun hızlandığı bir ara bir pastaneye sığınıyor ve kocaman bir sandviç yiyorum.
Aşağı Şehir’de Botanik Bahçesi’nde, Yukarı Şehir’de ise Katedral’in etrafını çevreleyen surlar ve köklerini surlar boyunca salmış asırlık ağaçlar arasında dolaşıyorum.
Lotrsçak Kulesi’ne çıkıyorum (20 kuna). Bu kule halen her gün öğle saatinde atılan topu ve şehir manzarasına hâkimiyeti ile ünlü. Bulutlu havada şehri bir güzel seyrediyorum. Kulenin tepesine çıkana kadarki ara katlarda ise eski dönemlerde çekilmiş fotoğrafları görebilir, açıklamaları okuyabilir ve şehri daha iyi tanıyabilirsiniz. Gradec tepesinin “şehir” ilan edilmesini ile her gün öğle saatinde top atılması geleneği bugün hala devam ediyor ve bu atış o kadar dakikmiş ki Zagrebliler saatlerini bu topa göre ayarlarmış.
İki tepe ahalisi arasında barış yılları olan 17. ve 18 yüzyıllarda şehir büyümüş ve soylular için barok saraylar ve kiliseler inşa edilmiş. Kule’nin hemen önündeki St Katarina Kilisesi, dönemin Barok üslubunun korunduğu etkileyici bir kilise. Pembe renkli tavanı ve süslemeleri ile görülmeye değer.
Gradec tepesinden Tkalçiçeva Caddesi’ne doğru inerken “Taş Kapısı”ndan geçiyorum.
Ortaçağ döneminde halkın güvenliğini sağlamak ve şehri saldırılardan korumak için akşam üzeri çanlar çalınır, ahali sur içine, güvenli bölgeye çağrılırmış. 18. yüzyılın başında surlar tamamen yanmış ancak Kamenita Vrata (Taş Kapısı) ve bir mucize sonucu buradaki bir Meryem Ana ikonası yangından kurtulmuş. Bugüne kadar ulaşmış geçitin altında şehrin koruyucusu Meryem Ana’ya adanmış bir sunak bulunuyor. Burada bir dilek tutan ve duaları kabul olan kişiler duvarlara teşekkür plakaları asmışlar.
Şehirde dolaşırken farklı yüzyılları adım adım takip etmek ve aradaki aheste geçişe, iletişime şahit olmak mümkün. Güneye doğru genişleyen şehirdeki, geniş bulvarlar, parklar, sarı renkli bina cepheleri Avusturya-Macaristan dönemi monarşisinin şehre mirası.
Tkalçiçeva Caddesinde bir kafede oturup kendimi şımartıyorum. Haritada işaretlediğim bir kaç müze var ama günlerden Pazartesi olduğu için kapalılar. Ertesi sabah da saat 10’da açılacaklar.
1. Dünya Savaşı sonrasında monarşi ile yollar ayrılır ve Hırvatistan da Sırbistan ve Slovenya ile yeni bir Krallık çatısı altında birleşir. Bu dönemde Zagreb hızla büyür. Borsa açılır, otomatik telefon santrali kurulur, gökdelenler inşa edilmeye başlanır. Dünya Savaşı ülkeye ve şehre yeni bir darbedir ve diğer beş ülke ile birlikte Sosyalist Yugoslavya kurulmuştur. Başkent gelişmeye devam eder. Zamanında şehri çevreleyen ve düşman ataklarından koruyan, diğer şehirlerle ulaşımını sağlayan Sava nehri artık şehrin etrafından değil, tam da eski ve yeni şehrin ortasından geçmektedir.
Zagreb, hem şehir içinde yürüme mesafesindeki hem de etrafındaki parklar ile oldukça yeşil bir başkent.
Sokaklarda ve meydanlarda dolaşırken pek çok heykel ve tasarım görebilirsiniz. Bunları tek tek bulmak bile size şehirde keyifli bir rota çizebilir. Bugün Dalmaçya kıyılarından geçen rotamın onuncu günü ve sanırım İstanbul’un şımarık sokak kedilerini özledim; İstanbul’da adım başı bir kediye rastlarken Avrupa şehirlerinde hiç sokak hayvanı görmüyorum; ancak sahibini yanında yürüyüşe çıkmış eğitimli ve bakımlı köpekler var.
Hediyelik eşya tezgahlarında ve şehirdeki panolarda sıklıkla görülen kalp figürü, şehre özgü bir anlamı olmamakla birlikte yerel bir lezzet ile özdeşlemiş. Pparenjak isimli kekin hamurunda bal, ceviz ve karabiber bulunurmuş. Ben yemedim. Kravat ve dolmakalem (penkala) şehir geçmişinden modern dünyaya kazandırılmış ürünler de vitrinlere sıklıkla rastlanan ürünler.
Her ne kadar yolumuz tepelerden geçse, yukarı şehirde uzayıp giden rampalar da olsa şehri bisiklet ile dolaşmak da keyifli olacaktır, araştırmaya buradan başlayabilirsiniz. Elimdeki broşüre göre, ilk üç saat için ücret 40 kuna (6 euro) veya tüm gün için 100 kuna (14 euro).
Akşam üstü, iş çıkışı kalabalığına karışmak ve bir şeyler yiyip içmek isterseniz adres Preradoviçev Meydanı. Meydanda kafe-barlar, restoranlar, bir AVM ve büfeler var.
Ertesi sabah, başka bir başkent Ljubljana‘ya yaklaşık üç saat sürecek yolculuk için 6:15 treni ile hareket etmek istiyorum ve sabah henüz güneş doğmamışken uyanıyorum. Tramvay saatlerinden emin olamıyorum, treni kaçırırsam geri de dönemem ve sağanak olmuş yağan yağmurda sokakta kalırsam diye endişelenerek çalar saati yeniden kuruyor, sıcak yatağıma geri dönüyorum. Neticede, Salı sabahının ıslak ve kasvetli bir kaç saatini gar penceresinden sokağı seyrederek ve tren saatini bekleyerek geçiriyorum.
01-02.09.2014
3 thoughts on “Zagreb’de sonbahar”