İstanbul’da henüz gün doğmamışken yola çıkıyorum. 4,5 saat süren İstanbul-Lizbon uçusu sonrasında saatimi iki saat geriye alıyor ve günlük güneşlik bir Pazar sabahında, Portekiz’in başkenti Lizbon’da azgezmiş arkadaşlarımla buluşuyorum.
Fotoğraf sever bir gezginin ışığı takip etme arzusunu çok iyi başaran Portekizli şoförümüz ile beş günde yaklaşık 750 km yol yapıyor ve güney Portekiz’de köy kasaba gezip görüyoruz.
https://www.instagram.com/p/B__4Wkjgyph/
Portekiz rotası:
Portekiz’de Unesco koruması altındaki tarihi şehir Evora‘yı, yıllarca süren kanlı İspanyol savaşlarına karşı yapılmış sınır kaleleri içinde kalmış küçük şehirleri ve ortaçağ Avrupa tarihini sarsan şövalyelerin kalesi Tomar’ı gezdik.
İlk gece Lisbon’da şık bir kulüpte, sonraki günlerde sokak aralarında Fado ezgileri dinledik. Daracık evlerinden sokak aralarına saçılmış, masalara kurulmuş hayatların içlerinden geçtik. Kaldırım taşları, yaya geçişleri, parktaki bankları mermerden yapılmış bir şehir olan Vila Viçosa‘yı gördük ve insanların gerçekleşen dileklerine adak olarak sürünerek geldikleri bir hac manastırına ev sahipliği yapan Fatima şehrini ziyaret ettik. Saraylar gezdik, dünya mirası su kuyularına indik.
Bir milyon nüfuslu başkent Lizbon da İstanbul sur içi gibi yedi tepe üzerine kurulmuş. İlk gün indik ve çıktık. Seramik duvarlı evleri, balkonlardan sarkan çamaşırları, duvarlardaki desen desen grafitileri fotoğrafladık. İstanbul ile Akdenizli şehirlerimiz ile pek çok benzer detaylar yakaladık. Lizbon’un kurtarıcı azizi St. Antoni’ye adanan festivalin öncesinde yeni yeni süslenmeye başlamış Alfamo sokaklarını arşınladık.
Hamur işinde iyi oldukları ortada. Nerede ise her caddede bir pastane var ve özellikle ekmekleri çok lezzetli. Her molada, ünlü pastalarından muhallebili bir çeşit olan pasteis de nata yedik. Yerel restoranlarda menü aldığınızda yemekten sonra tatlı ve çay-kahve ikramı da menüye dâhil. Ne güzel bir benzerlik!
Benfica, Premier lig şampiyonluğunu kutlarken biz de Lizbon sokaklarında idik.
Okyanusu dolaşmış gelmiş bulutların yağmurları ile nerede ise her gün ıslandık. En çok İspanya sınırındaki kale içi köyünden ve Okyanus dalgalarına karşı balığa çıkan kadınların kasabası Nazare‘den ayrılırken yüzümü bulutlara dönüp ben de suratımı astım.
Batının da batısı varmış deyip kıta Avrupa’sının en batı ucuna, Cabo da Roca‘ya ulaştık. Sertifika belgesine ismimizi 11 euro karşılığında yazmalarını ticari olarak hoş bulmayıp boy boy anı fotoğrafları çekildik.
Okyanusa da adım attım tabi, hem de Kral’ın yazlarını geçirmek üzere ev yaptırması sonrasında zenginlemiş ve bir sayfiye kasabasına dönüşmüş Cascais‘in altın kumlu bir sahilde!
Avrupa’da daha önce tren ile de az biraz gezme fırsatım oldu ve içlerinde en çok Portekiz yollarını sevdim. Doğa ile iç içe yaşamak böyle bir şey olmalı, yol kenarlarında ağaçlar tane tane usulen dikilmemiş belli ki, her yer orman, tarla veya üzüm bağı.
Portekiz’de alışveriş:
Turizm, seramik üretimi, ayakkabıcılık ülkenin önemli geçim kaynakları.
Orman sadece doğal hayat demek de değil tabi, endüstriyel olarak da etinden sütünden faydalanıyorlar. “Cork” denen bir mantar türü var örneğin; ağaç gövdesinde yetişiyor ve ağaçlar 6-7 senede bir soyularak üretime katkıda bulunuyor. Bu nedenle numaralandırılmışlar.
Vitrinde gördüğümde deri ile farkını ayırt edemediğim bu mantardan Portekizliler anahtarlıktan, saat askısına, ayakkabıya, çantaya çok farklı ürünler imal ediyorlar. Fiyatları da deriden ucuz olmak ile birlikte hatıra bir hediye almak için biraz yüksek. Orta boydaki bir çantanın etiketinde 30 euro yazıyordu diye hatırlıyorum.
Çam sakızı üreten ağaçlar var veya. Bir sıradan ağaçların gövdelerine kaplar asılmış ve numaralar verilmiş.
Horoz ile ilgili söylentiyi tam bilmiyorum ama Portekizliler uğuruna inanıyor: anahtarlıklar, magnetler, renk renk örtüler, seramikler hep horoz desenleri ile süslenmiş!
Portekiz’de ne yenir?
Yeme-içme konusunda farklı lezzetleri denerim ama pek de meraklı sayılmam. Her türlü deniz mahsulünü bol bol tüketebileceğiniz topraklara kadar gelmişken, Portekiz’deki son günümde ızgara sardalye deniyorum. Dört tanesinin bir porsiyon olacak kadar iri olduğu ve lezzetli bir balık. Sevmediğim yanı ise, balıkların ayıklanmadan denizden çıktığı gibi ızgaraya atılması.
Kuzey denizlerine özgü Codfish (mezgitgillerden, morina) dedikleri balık türünün ise beş yüz çeşit yemeğini yapabilmeleri enterasan. İlk gecemizde gittiğimiz yerel restoranda patates ile karıştırılarak omlet gibi pişirilmiş bir yemek denedik, örneğin.
Obidos‘da denediğimiz Ginjinha, ünlü vişne likörü. Mağazalarda, çikolatadan tek yudumluk çikolatadan bardaklarda test de edebilirsin ve bir kaç marka var ve oylama sonucunda içinde meyve parçacıkları olan şişe çok daha başarılı bulundu.
Toplam nüfusu yaklaşık on milyon, rengârenk, samimi ve güzel bir Akdeniz ülkesi Portekiz. Avrupa’da olup da fark görebileceğiniz, az biraz Euro birliğinin mağduriyeti ile ekonomik zorluklar yaşayan, sokaklarında kedi veya fazla insan göremeyeceğiniz, sakin bir ülke; devasa dalgaları ile dövülen altın kumlu plajları ve yollar boyunca size eşlik eden ormanlarını, üzüm bağlarını, yer yer tarihin Arap etkisini de korumuş dar sokaklarında, bir-iki katlı ve beyaz sıvalı evlerde yaşayan insanların ortak kullanımında olan yel değirmenlerini ve tepelere kurulmuş rüzgâr güllerini görebileceğiniz sıcak bir ülke Portekiz!
İspanya rotası:
Sayılı gün çabucacık geçiyor ve arkadaşlarımdan Lizbon havaalanında ayrılarak Barselona’ya uçuyorum.
Portekiz’in Türkiye ile 2 saat farkı varken İspanya ile bir saat farkı var ve Barselona’da saatimi bir saat daha ileri alıyorum. Katalonya özerk bölgesinin merkezi olan Barselona güzel bir şehir. Kardeşim yaklaşık bir senedir bu şehirde yaşıyor ve ben de üç gece ona misafir oluyorum.
Barselona’dan dönüşte ilk aklıma gelen çağrışımlar: mimar Gaudi, Art Nouveau mimarisi ve (maalesef bende bulunmayan) hayal gücünün mucizesi, bir fıskiyenin bu kadar eğlenceli olabilmesinin şaşkınlığı, Katalan milliyetçiliği, Portekiz’den sonra hayli kalabalık sokaklar ve şehri dört bir yandan sarmış metro ağı.
Üçüncü günde, rotamdaki eksik noktaları tamamlamak hevesindeyim ve ilk yarısını hızlı bir Girona şehri keşfine ayırıyorum.
18-26 Mayıs 2014
8 thoughts on “İber Yarımadası’nda 8 gün”