İstanbul Gezginleri ve şemsiyelerimiz ile çıktığımız Aşiyan yollarında öyle bir seslenmişiz ki güneş bile sesimizi duyup saklandığı bulutların ardından gülen yüzünü göstermiş!
Nisan ayının sonuna yaklaştığımız bu günlerde, lale mevsimi yavaş yavaş sona ererken Boğaziçi sahillerini erguvani rengi kaplar. Bugün, doğal yollarla elde edilmesi güç olan ve Bizans İmparatorluğu döneminde resmi bir statü de kazanmış olan bu rengin peşindeyiz. İlk durağımız kaç yaşında olursak olalım yeniden öğrenci olma ilhamı veren, zihin açan Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü oluyor.
Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü:
Bu sene 150. yılını kutlayan üniversitenin kampüsüne sadece manzara seyretmek veya açık havada kahvenizi yudumlarken kitabınızı okumak için de gelebilirsiniz (2013).
Önceki hafta güzergah tayini için geldiğimiz kampüs meydanında uçurtma şenliği ve standlar arasında koşturan pek çok çocuğun kahkahası çınlıyordu. Bugün ise bizi ıslak ve boş meydanda salınan kediler ve köpekler karşılıyor.
Boğaziçi Üniversitesi’nin 150 yıllık tarihi, kadrosunda altı eğitmen ve dört öğrenci ile eğitim vermeye başlayan Robert Koleji dönemine dayanıyor.
ABD dışında açılan ilk Amerikan Koleji ünvanını da taşıyan okul esasen, kendini eğitime adamış ve din üzerine de eğitimli Amerikalı bir inşaat mühendisi-mimarı Cyrus Hamlin’in misyonerlik yapması amacı ile 1838’de Osmanlı topraklarına gönderilmesi ile planlanır. Hamlin, İstanbul’a geldiğinde faaliyetlerini Bebek’de bir okul açarak yürütmek ister ancak maddi sıkıntılar nedeni ile bu planlarını ertelemek zorunda kalır. 1855 Kırım Savaşı döneminde tanıştığı New Yorklu tüccar Christopher R. Robert’in desteğini alır ve bu sayede Amerikan Misyonerler Heyeti’nin Bebek’te yaptırdığı ilahiyat okulu binasına geçilir.
İlk birkaç yılda öğrenci sayısı katlanarak artar ve yeni bir bina arayışı başlar.
1865 yılında çıkan yangından sonra terkedilmiş bir harabeye dönüşen Ayvansaray semtindeki Blakherna Sarayı (Tekfur Sarayı) da Robert Koleji’nin kurulması için akla gelen ilk adreslerden olur. Sonra vazgeçilip Boğaziçi semtlerine yönelinmesinin sebebini herhangi bir kaynakta görmedim ama bana göre, tamamen maddi olabileceği gibi misyoner okulu olarak faaliyet gösterecek bir yapının sur içinde barınmasının hem Osmanlı devleti hem de halk tarafından pek kabul görmeyecek olması da olabilir. Her ne kadar sur içi İstanbul’unda türlü milletten ve dinden insan bir arada yaşıyor olsa da, okyanus ötesinden, Avrupa’daki hanedan yönetimlerinden kaçan düşük ekonomik sınıftaki insanların “özgürlük” hayallerini süsleyen, ancak henüz kendi iç barışını bile kuramamış bir devletten gelmiş misyoner bir bilim adamına maddi-manevi destek vermek kimse için kolay olmayacaktır.
Nihayetinde, “Kayalar mevkii” olarak da bilinen Boğaziçi sırtlarının seçilmesinde arazi sahibi Paris eski Büyükelçisi Ahmet Vefik Paşa’nın kötü seyreden ekonomik durumundan da fayda çıkararak 36 bin liralık bütçe ile bugünkü arazi satın alınır. Sultan Abdülaziz’den onay alınması ile inşaata başlanır ve birkaç yıl içinde Robert Koleji yeni yerinde eğitime başlar (1871). Aşiyan yokuşlarından sahile inerken de görebildiğimiz üzere zemin kayalıklar üzerine kuruludur ve kampüsteki taş binaların inşasında da gene bu kayalık zeminden yararlanılmış.
New Yorklu zengin işadamı ana vatanında kendi adına bir okul daha yaptırtır ancak bu okul o dönem ki Amerikan siyasi çalkantılarına dayanamaz ve dağıtılır. Okuldaki tüm donanım, yeni binanın açılışı ile İstanbul’a getirtilir. Tüm bu araç-gereçlere ilaveten, okyanus ötesinden misafirler de okul açılışına davetlidir. Binanın açılışında Lincoln döneminin Amerika Dışişleri Bakanı da bir konuşma yapar.
İlk bina olan “Hamlin Hall” bugün 1. Erkek Yurdu ve öğrenci faaliyet binası olarak kullanılıyor.
Dr. Hamlin, öğrencilerine ders verirken diğer yandan halen inşaat alanı olan kampüste işçilerle birlikte çalışmaya devam eder. Okulun yöneticiliğini yapmak demek resmi işleri halletmek, saray ile ilişkileri sıcak tutmak gibi sorumluluklar da yükler ve bu yoğun tempo on sene kadar sürer. 1873’de Dr. Hamlin ile Amerika’daki mütevelli heyeti tarafından ikinci müdür olarak okula gönderilmiş ve aynı zamanda okulda ders de veren damadı ile aralarında özellikle karma eğitim verilmesi konusunda bazı anlaşmazlıklar çıkar ve Dr. Hamlin önce Amerika’ya döner ve 1877’de de istifa eder.
Önce iş adamı Robert’in ve 22 sene sonra da Dr. Hamlin’in vefatı ile Robert Koleji, yaklaşık otuz senelik bir kuruluş evresinden sonra artık iki kurucusundan yoksun ama kurulan sistemin tıkır tıkır işlemesi sayesinde yoluna devam etmektedir (1900).
Açılışından itibaren ilk kırk sene boyunca sadece temel bilimler (fen-edebiyat) eğitimi verilen Kolej’e 1910 yılında Michigan Üniversitesinden Prof. John R. Allen davet edilir. Robert Koleji, 1912 itibari ile hem temel bilimler hem de mühendislik alanlarında eğitim verir durumdadır.
Okulun ilk yıllarda mezun olan öğrencilerin büyük çoğunluğu Bulgar asıllı iken geçen yıllarla birlikte öğrenci sayısı ve kültür zenginliği de artar. Robert Koleji 1888-1901 arasında daha çok Ermeni, 1901-1920 arasında da Rum mezun verir. Cumhuriyet sonrası ise Türk mezun sayısı artarak çoğunluğa ulaşır.
Yirmişer yıllık dilimler olarak yapılmış bu incelemede hem İstanbul nüfusunda yaşanan dalgalanmalar hem de öğrencilerin okul tercihleri etkili olmuş olabilir. Nedenini bilmiyorum.
Misyoner bir zihniyet ile atılmış temellerine rağmen yeni yüzyılda akademik anlamda önde gelen kolejin idaresinde, laik bir yönetimi benimsemiş genç Türkiye Cumhuriyeti özellikle müfredat üzerinde çeşitli denetimler getirmek ister. 1932’de Robert Koleji ile Arnavutköy Amerikan Kız Koleji idari olarak birleşir. 1971’de bu birleşme günlük hayata da yansır ve karma eğitim dönemi başlar.
Zamanında kilise olarak da kullanılmış olan Albert Long Hall (Saatli bina veya BTS – Büyük toplantı salonu)ün içindeki org halen çalışmaktadır ve bina olarak akustiği de çok iyi olan binada zaman zaman çeşitli konserler de verilir.
Aynı sene, Rumelihisarı sırtlarındaki kampüs “üniversite” ünvanını almak üzere tüm donanımı, imkanları ve personeli ile birlikte Türk Hükümetine devredilir ve bugün bildiğimiz Boğaziçi Üniversitesi kurulur. Kurucu rektörlüğe, o gün için Robert Koleji Müdür Baş yardımcılığı görevini yürütmekte, Robert Koleji mezunu olan mimar ve sanat tarihçisi Prof. Dr. Apdullah Kuran (1927-2002) atanır.
Taş binalar, düz beyaz gökyüzü ve kampüsün ıslak havası bana bir üniversite şehri olan Cambridge`i hatırlatıyor.
Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulubü:
Rengarenk açmış çiçekler ve mis gibi yağmur kokan bahçede dolaşıp tarih bilgimizi yokladıktan sonra “Kırmızı Salon” olarak da bilinen Özger Arnas Salonu’nda Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübünden üç müzisyen öğrenciye misafir oluyoruz ve hem müzik görgümüzü zenginleştirecek hem de kulaklarımızın pasını silecek bir sohbete başlıyoruz.
İstanbul müziğinin batı müziğinden en büyük farkı makamsal ve tek sesli olmasıdır. Batı müziği ise polifonik yani çok seslidir. 7. yüzyıldan bugüne bilinen farklı Anadolu müzikleri gibi Türk müziği (İstanbul müziği) de Doğu’ya aittir. Notaların Dimitri Kantemir tarafından yazılı halde derlenmesi sayesinde yüzyıllar boyunca yaşatılabilmiştir. Osmanlı döneminde farklı makamlar ile zenginleşir ve farklı bir renk kazanır, ancak günümüzde popülerliğini kaybettiği için tarihi bir değer olarak yaşatılmaya çalışılmaktadır denebilir.
Osmanlı terbiyesinin, bu kültürün zenginleşerek günümüze taşınmasında payı çok büyük ve sohbetimize sarayda, Sultan 2. Mahmut döneminde, Dede Efendi’nin sarayın müezzin heyetine baş olarak atanması sonrası diğer bir müzik üstadı İmam başı Şakir Ağa ile Dede Efendi aralarındaki tatlı rekabet ile ilgili birkaç hikâye ile devam ediyoruz.
Bugün ancak Mevlevihanelerde düzenlenen törenlerde veya Ramazan gecelerinde bazı büyük camilerde Enderun usulü ile kılınan Teravih namazlarında bu kültüre şahit olabiliriz.
Doyamadığımız kısa bir konserin sonrasında üç farklı Türk müziği sazını da daha yakından tanıma fırsatımız oluyor.
Tambur, yarım küre şeklindeki bir tekne üzerinde çam ağacından kapağı olan perdeli bir çalgı. Klasik dönemde yedi telli olarak kullanılmış. Çeşitli gravürlerde 8 telli olarak resmedilse de esasen 1960’lı yıllarda bu tel eklenmiş.
“Bağ”, yani yaşlanıp ölen kaplumbağaların kabuğunun iç yüzeyinden ayrılarak yapılan kabuk ile tellere dik vurarak çalınır. Cam, plastik, manda boynuzu gibi çeşitli malzemeler denense de daha başarılı bir malzeme bulunamamış.
Sesinin biraz yankılı olmasının nedeni kapak bölümünün altında bir desteğinin olmamasıdır. Bu nedenle kapak biraz çöker ve teller yükselir, haliyle de çalmak zorlaşır.
Klasik kemençe (armudi kemençe veya İstanbul kemençesi), Osmanlıdan günümüze gelmiş bir saz. Görmeye ve dinlemeye alıştığımız Karadeniz kemençesinden çok farklı olarak, Tamburi Cemil Bey’in yeteneği ile Türk müziğine adapte edilmiş ve kaba saz sınıfından ince saz sınıfına eklenmiş bir İstanbul sazı. Yüksek telleri yandan tırnak ile itilerek çalınıyor ve tel aralıkları da çok dar olduğu için makam geçişleri çok hassas. İcrasının zorluğu nedeni ile Tamburi Cemil Bey’in tabiri ile “demir leblebi” olan ifade edilmiş perdesiz bir saz. Günümüzde, Derya Türkan bu enstrümanın önemli ustalarından.
Ney, diğer telli sazlar içinde en iptidai olanı olarak ifade edilebilir. Saz üzerinde açılan delikler ile farklı sesler çıkarılarak Sümerlerden günümüze kadar geldiği anlatılır. Basit yapısına karşın icra kabiliyeti çok yüksektir. Perdeli gibi (notaların yerlerinin belli olması) görünür ancak değildir. Nefes ile çalındığı için icracının karnının açlık tokluk durumuna göre bile sazın akordu değişebilir. Bu nedenle her akort için farklı neyler üretilmektedir. Üstatlar ise tek ney ile tüm makamları çalabilirler. Ney üfleyebilmenin zorluğu nedeni ile yetişen öğrencilerin sabrı ve terbiyesi tarih sürecinde Neyzenlik makamına ayrı bir konum da getirmiştir.
Aşiyan Müzesi:
Üniversite içindeki çok güzel binaların, bahçelerin içinden geçerek Kale Kapısı’ndan çıkıyor ve Aşiyan yokuşunu tırmanmaya başlıyoruz. Yokuşun sonunda semte de adını vermiş olan ve Farsça “ev, yuva” anlamına gelen, Türk edebiyat tarihinin önemli isimlerinden Tevfik Fikret’in kendi tasarladığı ve baba evinin satılması ile eline geçen paraya yaptırdığı, bugün ise restore edilerek müzeye çevrilmiş evini (Aşiyan Müzesi) ziyaret ediyor ve muhteşem Boğaziçi manzarasının karşısında soluklanıyoruz.
Aşiyan Müzesi’ne giriş ücretsiz. İçeri girerken verilen galoşların karşılığında gönlünüzden geçeni kumbaraya atabilirsiniz. Ev ve odalardaki eşyalar hakkında detaylı bilgi veren bir ses kaydı anlatısı eşliğinde üç katlı ahşap evi rahatça gezebilirsiniz. Girişte Tevfik Fikret’in balmumu heykelinin sizi karşıladığı evde Tevfik Fikret’in ve eşinin kullandığı ev eşyalarını, çalışma odasını ve mutfağını görebilirsiniz. Duvarlarda da evin inşasında ve birkaç yıl önceki restorasyonu sırasında hazırlanmış eskiz çalışmaları ve çeşitli tablolar da asılı. Şehzade Abdülmecit Efendinin, muhalif edebiyatçının “Sis” şiirinden esinlenerek yaptığı ünlü “Sis” tablosu da burada görebilirsiniz.
İçeride fotoğraf çekimine izin verilmiyor.
Evin bahçesinden Tevfik Fikret’in de bir süre Türkçe öğretmenliği yaptığı Robert Koleji’nin bahçesine geçiş var ancak hafta sonları bu bahçe kapısı kapalı tutulduğu için geldiğimiz Aşiyan yokuşundan geri dönerek sahile kadar iniyoruz.
Rumeli Hisarı Müzesi:
Sabahki ıslak ve puslu hava yerini tamamen ışıl ışıl güneşli bir gökyüzüne bıraktığı bu saatlerde yolumuza sahilden devam ediyoruz. Hem Boğaziçi silueti hem de İstanbul’un fethi için tarihi önemi olan Rumeli Hisarı Müzesindeyiz. Kültür ve Turizm Bakanlığı Hisarlar Müze Müdürlüğü’ne bağlı bu müzede Müze Kart geçerli veya giriş ücreti 5 TL.
Rumeli Hisarı, 2. Mehmet tarafından 1452’de boğazın kuzeyinden gelebilecek saldırıları ve özellikle Karadeniz’deki Ceneviz kolonilerinden İstanbul’a gelebilecek yardımları engellemek amacıyla Anadolu yakasındaki, Fatih’in büyük dedesi Sultan 1. Beyazıt’ın inşa ettirdiği Anadolu Hisarı’nın (Akça Hisar) tam da karşısına, dört ay gibi kısa bir sürede inşa ettirilmiştir.
30 dönüm arazide kurulu yapı üç büyük kule ve surlardan oluşur. 1953 yılında başlayan büyük restorasyon sonucunda müze olarak düzenlenmiş ve 1968 yılında ziyarete açılmış. Özellikle yaz aylarında çeşitli konserlere de ev sahipliği yapan sahnede, etrafımızı sarmış erguvan ağaçlarının altında soluklanırken bu güzel çiçeğin gizeminden bahsediyoruz.
Nisan ayının sonlarına doğru erguvanlar kuru dallarının yeşermesine bile fırsat vermeden herhangi bir yerinden çiçek açmaya başlar. Açık pembe açan çiçekler olgunlaştıkça koyulaşır ve Mayıs ortalarında dökülmeden hemen önce esas rengine kavuşarak dökülür ve ağaç yeşermeye başlar.
Hristiyanlar arasındaki bir hikayeye göre Hz. İsa’ya ihanet eden havarisi Yehuda (Judas) yaşadığı suçluluk duygusu ile kendini bir erguvan ağacına asar. Ağacın beyaz çiçekleri bu utançla kızarır ve bugün yaygın olarak bildiğimiz Erguvani rengine dönüşür. Erguvan ağacın da “Judas Tree” olarak anılmaya başlar.
Bizans İmparatorluğu dönemine geldiğimizde erguvan rengi asaleti, zenginliği ve gücü temsil eder. Renk olarak sadece armada ve hanedan üyelerinin giysilerinde kullanılır. Porfir taşının mor rengi de benzer değerde olduğundan özellikle imparator lahitleri veya Çemberlitaş gibi önemli anıtlar Mısır’dan getirtilen bu taş ile yaptırılmış.
Osmanlıların Anadolu’da yayılmaya başlaması ile erguvan sevgisi Osmanlılar arasında da ayrı bir yer edinir. Anadolu erenlerinden Emir Sultan’ın her yıl erguvan açma mevsiminde Bursa`da müritleriyle buluşması nedeniyle 14. yüzyıldan itibaren düzenlemeye başlanan erguvan şenlikleri 19. yüzyıla kadar sürdürülür ve günümüzde de bu gelenek yeniden canlandırılmaya çalışılıyor.
“Boğazkesen Hisarı” olarak da anılan Rumeli Hisarı, boğazın en dar (698 m) yerinde ve akıntılı yerinde konumlandırılmasının bir nedeni de boğazdan geçen gemilerin bu akıntıdan sakınabilmek için sahile yakın geçmek zorunda kalmalarıdır.
Hisarların ve surların inşasında Anadolu’nun çeşitli yerlerinden veya civardaki Bizans yapılarından devşirme taşlar ile beraber kayalık zeminden elde edilen taşlar da kullanılmıştır. Gerek Padişahın gerek ise kulelerin hamisi Paşaların da bu inşaatta birebir çalıştığı bilinir.
Rumeli toprakları Osmanlı hakimiyetinde olsa da civarda Rum köyleri vardır ve 2. Mehmet’in İstanbul’a bu kadar yakın iken Bizans İmparatoruna usulen haber verdiği anlatılır. Hikayeye göre İmparator 11. Konstantin ancak bir koyun postu genişliğinde bir hisar yapılabileceğini söyler. İnşa bitip de üç devasa kule boğazı gölgelemeye başladığında da İmparator elçi yollayıp sorduğunda yanıt açıktır. Sultan 2. Mehmet koyun postundan incecik bir ip dokutmuş ve hisarı bu iple çevrelenebileceğini, Bizans İmparatorunun sözünün çiğnenmediğini söyler.
Fetih sonrasında Hisar bir süre gümrük olarak daha sonra da bir kulesi (Kara Kule) hapishane olarak kullanılır. 1509 depreminde hasar görür ve tadilat geçirir. 1746’da geçirdiği yangından sonra kuleleri örten ahşap külahlar tamamen yanar. Zamanında Hisar komutanları ve önde gelen askerlere ev sahipliği yapan kulede bir mahalle kurulur ancak 1953’de restore edilirken tüm evler istimlak edilerek yıkılır. Bu kadar inşa, tamir ve yıkımlardan sonra günümüze sadece 2. Mehmet zamanında inşa edilmiş caminin yıkık minaresi kalmış. Meydandaki sarnıcın da üstü beton ile örtülmüş ve bir tiyatro sahnesi oluşturulmuştur.
Güvenlik nedenleri ile birbirlerinden bağımsız edilmiş üç kuleye teker teker tırmanarak Boğazın muhteşem manzarasını seyrettikten sonra sahile tekrar iniyor ve Hisara komşu Aşiyan mezarlığından geçerek bir güzel İstanbul yürüyüş rotamızın daha sonuna geliyoruz.
21.04.2013
5 thoughts on “Rumeli Hisarı’nda erguvan zamanı”