Adada uzun bir gün geçirmek için günün ilk Adalar vapuruna yetişmek gerek! Maalesef Cumartesi sabahı tembelliği yapıyor ve saat 14:00’deki Kabataş – Büyükada seferine ancak yetişebiliyorum. Ne çok Arap turist var!
Bu kış karlı ve kapalı geçti. Güneşin ılık ılık içimi ısıtması, martıların vapurun peşi sıra çığlık çığlığa kovalamacası ile iki saat süren deniz yolculuğu beni neşelendiriyor. Kınalıada, Burgazada, Heybeliada derken kendimi Büyükada İskelesi’nde buluveriyorum.
Çarşı içinden meydana kadar çıkan sokak boyunca dondurmacılar ve lokmacılar sıralanmış. Kalabalığı geçip tarihi saat kulesinin altına vardığımda güneş ışığını yakalamak için son iki saat kaldığını fark ediyorum. Hangi tarafa gitsem diye etrafa bakarken önümden geçen bisikletli gençlerin peşi sıra rotamı çiziyorum. Herkesin ellerinde, kucaklarında, saçlarında baharın müjdecisi sarı mimozalar, pek güzel!
Manastır Tepesi ve Rum Yetimhanesi
Birkaç klasik ada evi fotoğraflıyor ve yokuş yukarı yürümeye devam ediyorum. Orman içinden geçen güzergâhım beni Manastır Tepesi’nden (Rumca: Hristos -İsa- Tepesi) eski Rum Yetimhanesi’nin önünden geçerek Aya Yorgi Meydanı’na çıkarıyor. Yetimhane, 1899’da Fransız bir şirket bütçesi ile dönemin ünlü mimarı Levanten A. Vallaury tarafından otel olarak inşa edilmiş. Birkaç yıl sonra ise yetimhane olarak hizmete açılmıştır. İstanbul’daki pek çok esere imza atmış mimarın ismi, Osman Hamdi bey’in hayatını anlatan “Kaplumbağa Terbiyecisi” kitabından tanıdık geliyor. Vallaury’nin eserleri arasında ilk akla gelenler Arkeoloji Müzesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi, Osmanlı Bankası, İstanbul Erkek Lisesi ve Pera Palas olarak sayılabilir. 1. Dünya Savaşı sırasında Kuleli Askeri Mektebine, sonrasında da işgal güçleri tarafından adaya yollanan Rum göçmenlere ev sahipliği yapmış ve yetimhanenin 1960 yılında taşınması ile kaderine terk edilmiş görkemli ahşap bina meydana 500 metre mesafede.
Oksijenin de etkisi ile karnım iyice acıkıyor ve tepedeki Lunapark Lokantası’nda mola veriyorum. Orman havası, at tıkırtıları ve adalar manzarası ile güzel bir yemek yiyorum.
Aya Yorgi Tepesi ve gün batımı
Güneşin son demlerinde güzel bir manzara yakalamak ümidi ile Büyükada’nın olmazsa olmaz adresi Aya Yorgi Tepesi’ne tırmanıyorum. Maalesef artan hava sıcaklığı ile beraber hava oldukça nemli ve puslu. Tepede fazla zaman geçirmiyorum.
Çarşıya gitmek için, orman içinden geçip İsa Tepesi’ne geri tırmanabilir ve batıya doğru yürüyebilirsiniz. Kestirmeden iskeleye varmak için ise, lokantanın yanından aşağı inen fayton “kısa tur” güzergahını takip edebilirsiniz. İskeleye kadar yaklaşık 5-6 km sürüyor.
Fayton tıkırtıları eşliğinde ilk dönemece kadar yürüyorum. Rum Ortodoks Mezarlığı’nın kapısının önünden geçen yol, adanın doğu sahilline doğru devam ediyor. Bu cadde üzerinde, Reşat Nuri Güntekin’in yaşadığı pembe panjurlu beyaz yalıyı ve Adalar Müzesi‘ni ziyaret edebilirsiniz.
Vapur saatini kaçırdığımı fark edince adımlarımı yavaşlatıyorum. Çınar Meydanı’ndan geçiyor ve yürümeye başladığım saatin önüne varıyorum. Günün son vapuruna yaklaşık doksan dakika var.
Meydandaki kahvede biraz mola verdikten sonra ara sokaklara dalıyorum. Hafta sonu alışverişini yapmış evlerine dönen, dükkânlarının önünü toparlayan Adalıların, sokakta son dakika gollerini atan çocukların arasından geçiyorum. Bu sokaklarda bir tat arıyorum aslında. Bütün gün bahar coşkusu ile taş-tepe dolanırken hatırladığım bir tat var!
Büyükada Pastanesi – Fenerbahçe maçı
Kalçunya ile ilk kez, önceki sene bir fotoğraf gezisinde tanıştığım Adalı bir arkadaşın önerisi ile tanışmıştım. Ayaklarım beni Büyükada Pastanesi’nden içeri, doğruca tezgâhın önüne götürüyor. Vitrinde sıralanmış farklı farklı tepsiler arasında kalçunya tepsisini işaret ediyorum. Tarifi Adalı Rum ustalardan gelen ve incir-portakal-ceviz ile hazırlanan kurabiyeyi denemenizi öneririm!
Tarçın kokulu kurabiyelerin yanında bir bardak da çay gerek tabi! Pastaneden çıkınca köşeden tekrar sahile doğru dönüyorum. Camekâna yanaşmış çocuklara gözüm takılıyor,. İçerideki dev ekrandan Fenarbahçe-Bursaspor maçını izliyorlar. Birkaç dakika ben de onlar gibi camekâna dayanıp maçı izliyorum. İçeri girip kalçunyalarımın yanına bir bardak da demli çay söylüyorum.
Devrenin bitmesine 15 dakika, vapur saatine de 30 dakika kalmışken skor henüz golsüz.
Sandalyeleri tribün gibi dizmiş Adalılar ile Fenerbahçe maçı izliyorum. “Şeytan Rıdvan” kuşağı olarak “Ordinaryüs Lefter”i hiç tanımadım ama mezarlığın önünden geçtiğimden beri adı kulağımda çınlıyor. Belki şu ön sırada oturan amcalar Adalı Lefter’in mahalle arkadaşları idi, kim bilir!
Fenerbahçe ne zaman topu kaybetse kahvede de birileri bağırıp itiraz edecek gibi oluyor. Sanki içeride bir büyük var içeride ve herkes önce ondan bekliyor. Derken, yaşlı bir amca sanki kırık bir Rum aksanı ile okkalı bir küfür ediyor da gençler “aman abi” derken Alex gol atıyor! Kahvedeki herkes derin bir oh çekiyor. Yanımdaki masada oturan ufaklıkların coşkusunu durdurabilene ise aşk olsun!
Son vapur ile İstanbul’a dönüyorum. Yolda radyodan maçın ikinci yarısını dinliyorum. Futbolcuların çoğunun adını bilmiyorum artık. Uzun yıllardır skorları da takip etmiyorum ama tek kanallı TV görmüş çocuklar için radyodan maç dinlemenin keyfi hep farklı olacaktır elbet!
İkinci yarıda da skor değişmiyor ve Fenerbahçe hanesine üç puan yazıyor.
24.03.2012
2 thoughts on “Sarı mimozalar: Büyükada”