Balat semtinin ismi de tarihi gibi “saraylı” köklere dayanıyor ve Bizans İmparatorluğu’nun son ikametgahı olmuş Blakherna Sarayı’na olan yakınlığından dolayı Rumca “saray” anlamına gelen “palation” kelimesinden türediği biliniyor.
53 gün süren son kuşatmadan sonra yeni imparatoruna kavuşan İstanbul harabe bir haldedir. Yıkılıp yağmalanmış bu başkenti yeniden kurmak ve bir Payitaht başkenti haline dönüştürmek isteyen 2. Mehmet, her kenti en az yüz zanaatçıyı ve zengin aileyi başkente yollamak ile mükellef kılar. Türkler, Slavlar, Yahudiler ve Ermeniler ve Rum zanaatkarlar başkente göçe zorlanır ve göçmenler İstanbul’un ve Galata’nın çeşitli semtlerinde yerleştirilir.
Bu Pazar günü de kurulmuş olan “çıfıt çarşısı”nda bir zamanlar birbirine karışan Türkçe, Ermenice, Rumca, Yahudi İspanyolcasındaki seslerin yankısı o günlerden bugüne hafızamızı canlandırıyor (Balat’daki Yahudi tarihi ile ilgili bir yüksek lisans tezi).
Bizans döneminde ve sonrasında Osmanlı döneminde Makedonya eyaletinin Ohri kentinden ve diğer ülkelerden Balat’a göçen Yahudi göçmenlerin büyük çoğunluğu 1942’de resmiyet kazanan “Varlık vergisi” ve 1948’de İsrail devletinin kurulması sonrasında İsrail’e göçmüş, kalanların bir kısmı da şehrin diğer semtlerine taşınmışlardır. Göçlere ev sahipliği yapmış bir semtin sokaklarında dolaşırken Karlovy Vary otogarında tanıştığım İstanbul göçmeni iki Yahudi beyin çocukluk anılarını ve İstanbul’a olan özlemlerini hatırlıyorum.
Farklı milletleri, dinleri bir araya getiren bu güzel sur içi semtinde üç semavi dinin ibadethanesi de aynı sokaklarda yer alıyor. Dünya siyasetinin bugün geldiği noktada, yaşadığımız zamanların toplumsal hafızamızı yokladığını ve bize tarihin hoşgörüsünü hatırlatması gerektiğini düşünüyorum.
Ahrida Sinagogu, Bizans döneminde, Balat’a ilk yerleşen Ohridli Musevi cemiyeti tarafından 1427’de kurulmuş ve 500 kişilik kapasitesi ile İstanbul’un en büyük sinagogudur. Buradan Haliç’e kadar ulaşan dehlizler olduğu da bilinir. Araştırmalarda bulunan parşömen kitaplar Sinagoga gelir sağlamak amacı ile satılıyor ve günümüzde ABD’deki bir kütüphanede oldukları söyleniyor.
Sinagogun dua okuma kürsüsünün (Teva) Nuh’un Gemisi’ni veya İspanya’dan göç eden Yahudilerin (Sefarad) gemilerini temsil etmesi için gemi pruvası şeklinde olduğu rivayet edilir.
Musevilerin göçü sonrası cemaati azalan ve kapatılan Bizanslı Musevilerin mabedi Çana Sinagogu’nun bir zamanlar Hahambaşı’lık makamı olduğu bilinir.
2003’de yaşanmış vahim bombalama olaylarından sonra, cemaat dışından ziyaretçiler için bir dizi güvenlik önlemi gereği; dar Balat sokaklarında halen aktif olan Sinagogları ziyaret etmek isterseniz bir hafta kadar öncesinden kimlik bilgileriniz ile birlikte ziyaretçi onay başvurusu yapmalısınız.
Mimar Sinan’ın dört yüzden fazla eseri arasında yer alan ve renkli çinileri ile tanınan Ferruh Kethuda Camisi’ndeyiz.
Bu camide kullanılan çinilerin Lale devri zamanında Tekfur Sarayı’nda kurulan çini atölyelerinde üretildiği söylenir *.
Surp Hreşdagabet Ermeni Kilisesi’ndeyiz. Bu Ortodoks kilisesinin mucizelerini bize bir arkadaşımız çocukluk anıları ile birlikte anlatıyor. Baş melekler Mikail ve Cebrail’e adanmış kilisede çeşitli mucizelerin yaşandığı dilden dile gelen bir anlatılır. Bu nedenle de kiliseye ibadet etmek için sadece Ermeni cemaatinin değil her dinden, milletten insanların geldiği biliniyor ve yanlardaki alanlarda serili olan seccadeler ve bölgedeki çok sayıdaki ibadethanenin kapısı bu soğuk günde kapalı iken burasının açık olması da bence anlamlı.
Kumkapı’daki Ermeni Patrikhanesi’ne bağlı bu kilisenin girişinde, kapının hemen ardında bir de paravan yer alıyor. Anlamını bilmiyorum ama İstiklal Caddesinde ziyaret ettiğim Gregoryen Kilise’sinden hatırlıyorum.
İnternette yaptığım kısa araştırmaya göre; Doğu Ermenileri 301 yılında Aziz Gregoryus önderliğinde ulus olarak Hristiyanlığı seçer ve yeni bir cemaat oluştururlar. Ermenilerin bir bölümü daha sonra Katolik mezhebine geçmiş olsa da Türkiye’de rastlanan tarihi konik kubbeli kiliseler hep Gregoryen geleneğine ait kiliseler (Artvin’de kalıntılarını fotoğrafladığımız Gürcü kiliselerini hatırlıyorum).
Ermeni Ortodoksları (Gregoryen) Rum Ortodokslarından farklı olarak ibadetlerini Latince değil Ermenice yapıyorlar.
Bodrumundaki ayazmadan (şifalı su) ve 2006 yılındaki restorasyonda bulunmuş aziz kemiklerinden de anlayacağımız üzere burası esasen bir Rum Ortodoks kilisesi olarak yapılmış. 17. yüzyıl başlarında terk edilince restore edilerek Ermeni Ortodoks kilisesi olarak faaliyet göstermiş. 19. yüzyıl’ın ilk yarısında geniş çaplı bir restorasyon daha geçirmiş.
Ayazmanın iki tarafındaki camekanlarda iki azizin kemikleri sergileniyor. Dipnotlardan öğrendiğimize göre, Pagan dönemde Hristiyanlığı seçtikleri için şehit edilmiş bu kişiler Bizans döneminde din şehidi olarak kabul edilmiş ve imparatorluğun çeşitli yerlerinde inşa edilen kiliselere ve ayazmalara gömülmüşler.
İstanbul’da, yani sur içinde sadece bir dere akıyor ve içme suyu kaynağı ağırlıklı olarak yer altı suları olunca suyun hakimiyeti de sahibine güç getiriyor. Rum Ortodoks kiliseleri de bu sebeple ayazmalar yani doğal içme suyu kaynakları üzerine inşa edilmiş. Özellikle kuşatma dönemlerinde dış dünyaya kapılarını kapatan halk, bu ayazmalarda toplanarak hayat mücadelesi verirmiş. Bizans döneminin diğer bir su kaynağı olan sarnıçlarda ise ormanlardan getirilen veya yağmurla inen sular depolanır ve maksimler vasıtası ile şehre dağıtılırmış.
Her sene, Eylül ayının ikinci hafta sonu kilisede geleneksel bir ayin yapılıyor. Bu ayin sırasında her dinden insanlar şifa bulmak için kiliseye gelirler. Dillenen dilsizler, görmeye başlayan körler, yeniden yürüyen felçli hastalar arkadaşımızın da çocukluğundan hatırladığı mucizelerden.
Neo Barok mimarideki Surp Hreşdagabet Kilisesi’nde üç şapel ve bir ana salon yer alıyor. Ana kilisede yerlerde halıların serili olduğunu fark ediyoruz. Şifa bulmak için buraya gelen hastaların ve engellilerin rahat edebilmesi, yatırılabilmesi içinmiş. Bazılarının, dertlerine derman bulmak için burada üç gün üç gece kalıp ibadet ettiği olurmuş.
Hristiyanlıkta kurban inancı yok ama kimi toplumlarca pagan gelenekler sürdürülüyor. Dileği gerçekleşen, hastası iyileşen insanlar horoz gibi hayvanlar kesiyorlar. Kanı sunağa dökülen kurban daha sonra denize atılıyor. Yakın zamanda bu gelenek ile ilgili çıkan haberler sonrasında Patrikhane kurban kesme geleneğini yasaklamış.
Sokakların kesiştiği dar bir meydandaki terk edilmiş bir dükkanın tarihteki adı Agora Meyhanesi. Şarkılara dekor olmuş meyhane ise İzmir’de imiş!
Bizans Kral ve Kraliçelerinin Blakherna Sarayı’na gelirken Haliç’ten doğru geldikleri ancak yıkıldığı için günümüze ulaşmamış Balat kapısını geçiyor ve Fener sokaklarına doğru yürümeye devam ediyoruz.
*Çinilerde kullanılan kırmızı renginin de sanat tarihi açısından bir anlamı olduğunu hatırlıyorum.
Dipnot: Geleneksel gölge oyunu Karagöz ile Hacivat oyunundaki Yahudi figürü, oyununa “Balat kapısından girdim içeri” diye başlar.
23.12.2012
4 thoughts on “Balat Kapısı’ndan girdim içeri”