Bugün İstanbul’un Haliç yakasındayız ve Bizanslıların izlerini takip ediyoruz. İstanbul Gezginleri ile uzun bir rota üzerinde yürüyor, Ayvansaray, Balat ve Fener semtlerini geziyoruz.
2. Theodosios Surları
Tarihte İstanbul’u üçüncü kez çevrelemiş olan 2. Theodosios Surları ilk yapıldığında (MS 413) Tekfur Sarayı ile sona erermiş. Surlar tamamlandıktan kısa bir süre sonra şehirde büyük bir deprem yaşanır ve surlar zarar görür (İstanbul 447 depremi).
Aynı dönemde Batı’dan Hun İmparatoru Atilla şehre yaklaşmaktadır. Surların şehir savunması için önemi büyüktür ve Hun tehditine karşı tüm Bizanslılar seferber olarak iki ay gibi kısa bir sürede yıkılan surları yeniden inşa ederler.
Sonraki yıllarda, Tekfur Sarayı’da sur içine alınır ve 2. Theodosios Surları Haliç’e kadar uzatılır. Günümüzde de hala ayakta olan ve tarihi İstanbul yarımadasını çevreleyen kara ve deniz surlarının toplam uzunluğu 21 km’dir.
Ayvansaray semtinin ismi nereden gelir?
Bizans dönemi sarayına da ismini vermiş Blaherna bölgesinin günümüzde Ayvansaray olarak anılması ile ilgili olarak çeşitli söylentiler vardır.
Bir rivayete göre, Osmanlı döneminde terk edilmiş olan Blaherna Sarayı kalıntıları, şehre sıcak ülkelerden getirilen fil ve deve gibi hayvanlar için barınak olarak kullanılır. Bu nedenle de buradaki saraya “hayvan sarayı” denilmeye başlanır. Bu deyiş zamanla Ayvansaray’a evrilir. Dönemin Avrupalı seyyahlarının seyahatnamelerinde de bu barınaktan ve hayvanlardan bahsedilmektedir.
Diğer bir rivayette ise yamaç üzerine inşa edilmiş ve diğer saraylardan farklı olarak surlar ile içiçe bir mimariye sahip sarayın kemerli (eyvanlı) bir yapısı vardır. Bu nedenle, sarayın ismi Osmanlı zamanında “eyvanlı saray” olarak anılmaya başlar ve zaman içinde Ayvansaray’a dönüşür.
Üçüncü rivayete göre ise, sur içinden Eyüp semtine açılan sur kapısına “Ayyub Ansari Kapısı” denir ve çevresi de zamanla “Ayvansaray” olarak anılmaya başlar.
Tekfur Sarayı (Blaherne Sarayı)
2. Theodosios Surları’nı takip ederek Haliç sahiline doğru iniyoruz. Edirnekapı kuş pazarının önünden geçiyor ve Tekfur Sarayı’na varıyoruz.
MS. 500 senesinde inşasına başlanmış ve yüzyıllar boyunca çeşitli eklemeler ve değişiklikler görmüş Blaherna Sarayı’nın isminin anlamı yine bölge ile ilgili ipuçlarında gizlenmiş. Civarda çok miktarda yetişen yabani nane (Blehron) ve/veya eğrelti otu (Blehon) semte bu ismi vermiş olabilir. Diğer bir ihtimale göre ise Blaherna kelimesi, balıkçılıkla uğraşan semt sakinlerinin Haliç açıklarında bol miktarda avladıkları palamut (Lahernai) balığının isminden türemiş olabilir.
Kelime köklerinden devam edersek; esasen torik balığından ama torik az çıktığında palamuttan hazırlanan mezeye de “lakerda” isminin verildiğini hatırlamak faydalı olabilir.
Latin İstilası (1204-1261) sırasında Sultanahmet tepesindeki Büyük Saray tamamen yağmalanır. Bizans hanedanı şehirdeki hakimiyetini geri kazandığında ise şehir surlarına komşu olan Blaherna Sarayı resmi imparatorluk sarayı olarak ilan edilir. Bu vesile ile, Ayvansaray semtinin İstanbul tarihindeki önemi gün geçtikçe artar.
Osmanlı’nın İstanbul’u fethi neticesinde Blaherna Sarayı tamamen terk edilir. Osmanlılar, saraydan geriye kalmış bölümlere Bizans İmparatorları’nı ifade etmiş bir sıfat olan Tekfur ismini verir.
Tekfur Sarayı kalıntıları bir dönem hayvan barınağı olarak kullanılmış. 18. yüzyıl başında, Lale Devri sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından çini imalathanesi olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bir dönem pabuç imalathanesi olarak da kullanılan yapı 19. yüzyılda da yoksul Yahudiler için barınak olmuş. 1865 yangını sonrasında tamamen boşaltılmış.
Kalıntının, aynı dönemde kurulan Robert Koleji için kullanılması düşünülmüş olsa da daha sonra bugünk Rumeli Hisarüstü bölgesinde karar kılınır.
Günümüzde ayakta kalabilmiş tek Bizans Sarayı olan Tekfur Sarayı’nın restorasyonu 2012 yılı itibari ile devam etmektedir.
Kasturya Sinegogu
Bizans sarayı kalıntılarını arkamızda bırakmış ilerlerken önümüzde kıvrılan sokağın köşesinde, çalı çırpı arasında kalmış kırmızı tuğladan bir kapı görüyoruz. Kapının üzerinde İbranice yazılmış bir kitabe asılı. Bahçesi otopark olarak kullanılmakta olan bu kapı esasen tarihi bir sinegoga aitmiş!
Kasturya Sinegogu, Fatih’in İstanbul’u fethi sonrasında azınlık hakları ile yayınladığı ferman ile açılmış. 19. yüzyılda en kalabalık dönemini yaşamış ve 2. Dünya Savaşı yıllarında cemaatini kaybetmiş. Günümüzde sadece karşılıklı iki kapısını ve bahçe duvarlarını görebiliyoruz.
Ayvansaray Eğrikapı ve meşhur Kaşıkçı Elması
Surların Haliç tarafındaki son kapısı Eğrikapı’dır. Bu kapının ismi ile ilgili de çeşitli rivayetler anlatılır. Bizans döneminde “Bulgar Kapısı” ve İstanbul’un işgali sırasında Alman subaylar tarafından beklendiği için “Alman Kapısı” olarak da anılmış. Eğri Kapı özellikle Bizans dönemi taht devir törenlerinde sembolik bir yer edinmiş.
Son Bizans İmparatoru Konstantinos’un canlı olarak görüldüğü son yer de yine bu kapının yanıdır. İmparator’un ceseti, kuşatma sonrasında burada bulunmuş ve çizmeleri sayesinde teşhis edilebilmiş.
2. Mahmut zamanında civarda çok sayıda sahabe mezarı bulunduğu rivayet edilir ve bölge kutsal olarak da anılmaya başlar.
Ünlü Kaşıkçı Elması da Eğrikapı yakınlarındaki bir çöplükte tesadüfen bulunur. Bu değerli taşı bulan ve kıymetinden habersiz adam, elması bir kaşıkçıya üç tahta kaşık karşılığında satmış. Kaşıkçı da on akçeye bir kuyumcuya satmış.
Kuyumcubaşı durumu öğrenir ve haberler Sadrazam’a ve Padişah 4. Mehmet’e kadar taşınır. 86 karatlık Kaşıkçı Elması devlet hazinesine kaydedilir ve bugün Topkapı Sarayı Müzesi Hazine Dairesi’nde sergilenmektedir.
Ayvansaray bölgesindeki Eğrikapı halen sokak olarak kullanılmakta ve orijinal hali ile yıkılmadan günümüze ulaşmış tek sur kapısıdır.
İvaz Efendi Camii ve Anemas Zindanları
Altıgen modelli Mimar Mustafa Ağa Çeşmesi’nin önünden geçiyoruz. Karşısındaki İvaz Efendi Camii’nin kapısı yan tarafında yer alıyor ve kapalı olduğu için camiyi ziyaret edemiyoruz. Caminin yan tarafında, Ayvansaray surlarının bir kulesi bulunuyor. Cami avlusuna açılan gizli geçitin Blaherna Sarayı ve Anemas Zindanları ile bağlantılı olduğu biliniyor.
Mimar Sinan’a atfedilen caminin inşa tarihine bakıldığında ancak öğrencileri tarafından yapılmış olabileceği anlaşılıyor. İvaz Efendi Camii’ni E5 karayolu üzerinde, Topkapı yönünde ilerlerken Haliç’e komşu surların hemen arkasında yükselen ilk cami olarak görebilirsiniz.
Yarımadanın Haliç ile buluştuğu noktada bizi Anemas Zindanları karşılıyor. Pek çok Yeşilçam filmine sahne olmuş bu Bizans dönemi yapısı halen restore edilmekte (2012).
Panaya Blaherna Kilisesi
Rum cemaate ait Ortodoks Kilise’nin zangoçu (kilise görevlisi) bizi kapıda karşılıyor. Bizi tarihi mabedin ana salonunda (Naos) ağırlıyor, bize Panaya Blaherna Kilisesi’nin tarihinden ve genel olarak Ortodoks kiliselerinin özelliklerinden bahsediyor.
Kilisenin girişi (Narteks bölümü) klasik Rum mimarisinden farklı olarak Naos bölümünün dışında, kapı ile ayrılmış şekilde kalıyor. Kilisenin “dünyevi bölüm”ü olan Naos aynı zamanda cemaat alanı olarak adlandırılıyor. Naos alanının karşısında ise, yarım ay şeklinde ve perde ile ayrılmış olan “uhrevi bölüm” bulunuyor. Papaz, ayini bu bölümde başlatıyor ve bitiriyor. Özellikle dinin yayıldığı ilk yıllarda, vaftiz olmamış Hıristiyanlar kilise ayinlerine Nardeks bölümünde katılır, Naos bölümüne alınmazlarmış.
Naos bölümündeki Ayazma çeşmesinde şu palindrom* bulunuyor: Sadece yüzünü değil, günahlarını da yıka! (* İki yönden okunduğunda da harfler aynı sırada yer alan yazı)
İbadethane, 5. yüzyılda Bizans İmparatoru’nun emri ile iki dönümlük bir bahçede tek bir manastır binası olarak inşa edilmiş ve 1434’deki yangına kadar faaliyetlerine devam etmiş. Kilisenin 7. yüzyılda geniş bir cemaati ve 74 kadar çalışanı varmış!
Yangından sonra uzun süre virane olarak kalmış. 1860’da Tahtakale’de Kürkçüler Hanı Locası’na bağlı tüccarlar kendi aralarında para toplayarak harabenin bulunduğu arsayı satın almışlar ve bugünkü kiliseyi inşa etmişler.
Kilise, 6-7 Eylül 1955 olaylarında bir kez daha yangın tehlikesi atlatmış ve 1960 yılında restore edilerek ibadete tekrar açılmış.
Özellikle tarihi değeri olan kiliselere fotoğraf çekimine izin verilmiyor. Internette yayılan fotoğraflar ve neticesinde artan hırsızlık vakaları neticesinde, Patrikhane bu gibi bazı tedbirler almak durumunda kalmış. İstanbul’daki Rum Ortodoks cemaatine bağlı kiliseler içinde sadece Fener Rum Patrikhanesi‘nde fotoğraf çekimine izin veriliyor.
Panaya Blaherna Kilisesi ve Kutsal Emanetler
Bizans İmparatorluğu’nun en önemli kiliselerinden birisi olmuş Panaya Blaherna Kilisesi Meryem Ana’ya adanmış. 474 yılında Kudüs’den Kraliçe’ye hediye edilen Meryem Ana’nın elbisesi, baş örtüsü ve kemeri (Himationveya Maphorion) bu kilisede saklanırmış. İstanbul’daki sınırlı tatlı su kaynağından birisi üzerinde inşa edilmiş olan kilisesini ayazması da mucizeler gösteren önemli ayazmalar arasında sayılıyor.
Mucize göstermiş diğer önemli ayazmalar ise Zeytinburnu bölgesinde Balıklı Ayazması ve Gülhane’deki Hodegetra Ayazması olarak sayılabilir.
Panaya Blaherna Kilisesi’nde saklanmış ancak bugün hiçbiri İstanbul’da olmayan başka kutsal emanetler de vardır. Bunlar arasında dini otoritelerce onaylanmış (kanonik) dört İncil metninden üçüncüsünün yazarı olan Luka’nın kendi el çizimi olan Meryem Ana’yı ve bebek İsa’yı gösteren ikona ve Hz İsa’nın kefen bezinden bir parça olduğu biliniyor.
Hz. Meryem’in kemeri ilk yangından kurtarılmış ve Padişah 2. Mehmet’in annesi tarafında Yunanistan Atos Yarımadası’ndaki Yuhannes Manastırı’na hediye edilmiş.
Hz. İsa’nın kefeni, 13. yüzyıl başında şehri yağmalayan Latinler tarafından Torino’ya götürülmüş.
Luka’nın el yapımı olan ikona ise 1375’de İmparator tarafından Sümela Manastırı’na götürülmüş.
626 senesinde, Bizans İmparatoru Persler ile savaşırken başkent Avarlar tarafından kuşatılmış. Bir Cuma gecesi, kutsal Meryem Ana İkonası’nın surlarda dolaştırılması sonrasında kuşatma sona erer ve halk şehrin kurtuluşunu bir mucizeye bağlar. Hatta bu olayın anısına, her sene “Cuma gecesi ayinleri” olarak da bilinen geleneksel “7 Ağustos ayinleri” düzenlenmeye devam etmektedir.
1453 kuşatması öncesindeki tüm kuşatmalarda, Ortodoks İstanbul cemaati Meryem Ana’nın mucizesine inanmış ve kutsal ikona surlarının koruyucusu adına şehirde dolaştırılmış. Bu anlamda, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul kuşatmasından kısa süre önce çıkmış büyük yangında kutsal emanetlerin zarar görmüş olması büyük bir talihsizlik olarak ifade edilmekte!
Kutsal emanetlerin evsahibi olmasının yanısıra kiliseyi bu kadr özel kılan başka bir özelliği de Blaherna Sarayı’na yakınlığıdır. Saray ile Panaya Blaherna Kilisesi arasında gizli tüneller olduğu ve Bizans İmparatoru’nun Cuma günleri kilise ayazmasında banyo yaptığı söylenmekte.
23.12.2012
http://www.serfed.com/content_files/dergi/24/13_arkeoloji.pdf