On gün olarak planladığımız Göller Yöresi kamp rotamızın ilk durağı olan Triapolis Antik Kenti’ni gezdikten sonra konaklamak üzere Buldan Yayla Gölü’ne çıkacağız.
Tüm haftanın yorgunluğunun ardından Buldan şehir merkezinde, Pazar akşamı tüm kepenkleri inmiş çarşı içindeki kahvede oturuyor ve bir bardak çay molası veriyoruz. Akşam yemeği için önerilen Ağam Kebap çarşıdaki en popüler ve nezih restoran. Günlerdir bize heyecan veren rotanın ilk akşamında yöresel bir tarif olan “balcan sovan”ı tatmak için burası doğru adres! Tüm ev ahalisinin tezgah başında dokuma yaptığı zamanlardan yadigar tarif ile patlıcan, soğan, domates ve biber közlenip en leziz şekilde servis ediliyor.
Birinci derecede sit alanı ilan edilmiş Buldan Yayla (Süleymanlı) Gölü’ne doğru istikamet gösteren oku takip ederek 1150 metrelik rampayı tırmanmaya başlıyoruz. Tahminimizden oldukça geniş olan asfalt yolda ayrıca yol genişletme çalışması da devam etmekte. İş makinalarının park ettiği bir virajda, çeşme (baş çeşme) başında duraklamış araçların peşi sıra biz de duruyoruz. Haftasonu piknik yapmaya göle çıkmış Buldan halkı şehre inmeden de bu çeşmeden içecek suyunu doldururmuş. Biz de sıraya giriyor ve oldukça lezzetli olan sudan ihtiyacımız kadar alıp yola öyle devam ediyoruz. Bizim yoldaki ilk günümüz olsa da havada biten haftasonu tatilinin sevimsizliği var sanki. Ha yağdı, ha yağacakmış gibi erkenden kararmaya başlıyor. Köyün az ilerisinde, göle karşıdan bakan araçları görüp düzlük alana doğru sürüyor ve kuru toprak zeminde çadırımızı kuruyoruz. Zira göl çevresini keşfetmeye zaman bırakmadan başlayan sağanak yağmur bizi çadıra mahkûm ediyor. 650 km yol yaptığımız ilk gün performansının yorgunluğu ile erkenden uykuya dalıyoruz.
Tüm gece süren sağanağın ardından, yeni güne koyunların çan sesleri ile uyanıyoruz. Durum tespiti için araladığımız pencereden mis gibi toprak kokusu ve zayıf bir güneş ışığı sızıyor. Bomboş arazide iki kişiyiz ve on beş metre kadar ilerimizdeki gölün üstünü sis örtmüş.
Sofrayı kurmadan önce kısa bir keşif yürüyüşü yapıyor ve düz arazideki birkaç metrelik tümseğin üzerinden gün doğumunu seyrediyoruz. O kadar sessiz, sakin ve güzel ki!
Göle nazır kurduğumuz kahvaltı sofrasındaki ilk misafirimiz karabaş bir yörük köpeği. Peşi sıra gelen çoban abi ile geçmişten, gelecekten, tarihten, siyasetten, turistten, ekonomiden, Türkiye’nin farklı farklı coğrafyalarından baya koyu bir sohbete dalıyor ve zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz.
Süleymanlı Köyü ve çevresi geçtiğimiz mahalli seçimler sırasında yapılan düzenleme ile Buldan Belediyesi yönetimine geçmiş ve düne kadar sadece yöre halkının tanıyıp mesire yeri olarak bildiği yayla da sit alanı olmasına karşın popüler turizme ve rant fırsatlarına açılmış Daha bir saat önce fotoğraf çekmeye çıktığımızda, en azından kadraja giren çöpleri temizlerken bile farkettiğimiz nahoş gidişat hakkında, “yol genişletme çalışması da tamamlandığında bugüne kadar 500 araba geliyorken artık 5 bin araba gelir; burada ne mera ne de otlak kalır” diye endişe ile bahsediyorlar.
Aynı zamanda orman yüksek mühendisi olan Muhiddin abi, daha birkaç gün önce gelen turistlerle sohbet ederken “bu kadar temiz, güzel bir yeri niye imara açmıyorsunuz” diye sorduklarından bahsediyor ve “Siz otel arıyordunuz da, şehrinizdeki deniz kenarını, ormanlık alanı bırakıp bu kadar yolu niye geldiniz” diye soruyor. Haksız diyemem!
Haftasonu piknik yapan insanlar, çöplerini poşetlemiş ve ağaç diplerinde bırakıp gitmişler. Ee ne olacak bu çöpler derseniz, tabi ki belediye gelip toplamayacak. Öğreniyoruz ki, merada otlayan inekler onları önce koklayıp sonra da olduğu gibi yutuyormuş. Kestikleri hayvanların midelerinden poşet halinde çıkan çöpleri, ıslak mendil kalıntılarının yumak yumak olup hayvanı nasıl boğduğunu dinledikten sonra, her ne kadar arabada çöp kutusu, çantamızda kirli poşeti taşıyor olsak da çok gerekmedikçe ıslak mendil kullanmaya elim gitmiyor açıkçası.
Süleymaniye Köyü halkı 120-130 sene önce ’93 harbinden (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) sonra buralara gelip yerleşmiş, muhacirlermiş. Akşam geldiğimizde köy tabelasını görmüş ama sokak başlarındaki birkaç katlı betonarme evleri garipsemiştim. Buldan’ın zenginlerinin yazlık niyetine yaptırdığı evlermiş.
İnsan apartman çocuğu olunca mı böyle oluyor bilmiyorum ki, her şeyi yerinde makul buluyorum. Köyün ortasına inşa edilmiş kat kat betonarme çatı dubleksler de en az İstanbul’un ortasında kalakalmış gecekondular kadar yanlış bence. “İstanbul” için dünyanın sayılı metropollerinden birisi diye bahsederken, 200 km mesafedeki bir köy evinde kanalizasyon alt yapısı olmadığını, insanların evlerin bahçesine diktiği dört tahta arasında tuvalete gittiğini; İstanbul’da kuş serisi otomobil görünce müzelikmiş gibi ötekileştirip Anadolu’nun pek çok kentinde bu araçların standart ve ihtiyaç olduğunu görmeyen insanlar olmasını da garipsiyorum!
Bakmak ve görmek arasında ne fark var derseniz, daha çok seyahat edin derim!
Aslen Buldanlı ve Yörük olan Muhiddin abi, atı Urimçi ile birlikte koyunlarının peşi sıra uzaklaşırken biz de çadırımızı toplayıp ayrılıyoruz.
Göl çevresinde bir bölüm hayvanların otladığı, mera alanı olarak ayrılmış ve bilgilendirme tabelaları asılmış bu bölgeye araç ile girmek yasaklanmış.
Gerek Roma gerekse Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde dokumacılığın, kaliteli dokumanın başkenti olarak bilinen Buldan, Osmanlı Sultanlarından sonra dünya yıldızlarını da giydirmeye, dünyanın pek çok ülkesine ihracat yapmaya devam ediyor. Taş sokaklarında gezerken dokuma tezgahının ritmik sesini duymamak mümkün değil! Bu meslek hem geleneksel yöntemlerle hem de günümüz ekonomik şartlarına uygun endüstriyel tezgahlar ile yaşatılmaya çalışılıyor.
Henüz çarşıdaki dükkanlar yeni yeni açılıyorken ilk ziyaret durağımız Belsam (Buldan El Sanatları Merkezi) oluyor. Yazıcıoğlu Konağı’nda faaliyet gösteren Belsam’da hem bilgi alabilir hem de alışveriş yapabilirsiniz.
Koruma altına alınmış konaklardan birisi olan Yazıcıoğlu Konağı’nın terasından kentsel sit alanında kalan, arka arkaya dizilmiş klasik Buldan evlerini seyrediyorum. Kimisi restore edilip turizme kazandırılmış, kimisinde günlük yaşam devam eden, biri diğerinin ışığını manzarasını kapatmayan, 150 kadar tarihi evin saçakları, bacaları ve cumbalı sundurmaları ayrı güzel.
Buldan’ın eskileri “ya okursun, ya dokursun” derlermiş. İlkokuldan sonra dokuma tezgâhının başına geçmiş ve ömrünü adeta dokumacılığa adamış 79 yaşındaki Tahir amca ile sohbet ediyoruz.
Tarihi MÖ 2000’li yıllara kadar giden topraklarda yaşayan Buldan halkının aslı Yörük aşiretlere dayanırmış. İzmir’e giden ana yol üzerindeki bu verimli bölgeye gelip yerleşmişler. Vakti zamanında, eşkıyalar gelip basar, yağ süt ne varsa alıp götürürmüş. En sonunda, halk artık isyan etmiş ve vadi sırtına taşınmış. Eşkiyalara “Şimdi bul da al” demiş. Sonradan sonraya, yörenin adı “Buldan” olarak kalmış.
Pazartesi sabahı yeni yeni hareketlenmiş sebze pazarının içinden geçip çarşıya iniyoruz. Aynı sokaklarda, Perşembe günleri de büyük pazar kuruluyormuş.
Fotoğrafçılar için göz kırpan Yeşildere Mahallesi’ndeki evlerin cephesi sarı ve mavi renklere boyanmış. Estetik olması amacı ile bu renkler seçilmiş.
Belediyenin restore ettiği konaklardan bir diğeri olan Evliyazadeler Konağı’na da kısa bir ziyaret yapıp tekrar çarşı içine dönüyoruz.
Çay bahçesinin karşısındaki Hükümet Konağı ve altındaki cezaevi ise Buldan’daki son durağımız. Zamanında zindan olan bu odalardan bugün dokuma sesleri yükseliyor. Atölyede hem manuel hem de günümüzde ekonomik nedenlerle tercih edilen otomatik tezgâhların çalışmasını izliyoruz.
Dokuyan insanın ruhunu, hayalini, sabrını, emeğini ilmek ilmek yansıtan manuel tezgâhlar günümüzde tercih edilmiyor ve gençler bunları kullanmak için eğitim almaya yanaşmıyormuş. Büyük ustalık gerektiren ve günden güne yok olmaya başlamış mesleğin son ustalarından olan 65 yaşındaki Yaşar amca, gözlerinde hala ilk günkü heyecanı ile hem anlatmaya hem de bir ömür emek verdiği tezgâhının başında çalışmaya devam ediyor. Bin sıra içinde kopmuş bir ilmeği tamir ederken biz bile nefes almayı unutuyoruz.
Sabah gün doğumu ile uyanmış olsak da, kahvaltı süresini uzatınca, günlük planımızı aksatmamak için şehir merkezine fazla vakit ayıramıyoruz. Lakin bu güzel şehrin ve insanların pozitif enerjisi içimizde yer ediyor. İlk fırsatta tekrar Buldan’a gitmek, çarşısında uzun uzadıya dolaşmak, kahvede oturmak ve alışveriş yapmak istiyoruz.
İstikamet Aydın sınırında kalan Afrodisias Antik Kenti!
20-21 Ağustos 2017
4 thoughts on “Dokuma başkenti: Buldan”