Sabah serinliğinde Abyaneh sokaklarında dolaşıp güneş tepeye varmadan yola çıkıyoruz.
Saat 14:30’da İsfahan merkeze varıyoruz. Şehri ikiye bölen Zayende Nehri’nin bereketini şehre girer girmez kendini fark ettiriyor. Çölün ortasındaki kent Zayende ile adeta hayat buluyor. Yöreye sıra sıra özgü çınar ağaçları arasından şehre giriyoruz.
***
Tarih öncesi çağlarda kurulmuş şehir, ilkin Selçuklu hakimiyeti altında başkent ilan edilmiş (1050). Sonraki devirlerde, Moğollar ve sonrasında da Timur tarafından yağmalanmış, yıkılmış. Safeviler döneminde toparlanmış ve Şah 1. Abbas döneminde tekrar başkent ilan edilmiş (1598). Bu dönemde gelişmiş ve kalkınmış şehir döneminde dünyanın da en büyük kentlerinden birisi olmuş. Güneyde körfez bölgesi ve tarihi ipek yolu üzerinde önemli bir ticari durak olan kent özellikle Safeviler döneminde süslenip, işlenmiş. Nam-ı değer “Nısf-e Cihan – Dünyanın Yarısı” İsfahan’ın mavi renkli mimarisi de yine aynı dönemden miras.
Safevilerin ardından uzun süre kuşatma altında kalmış ve harabe bir hal almış İsfahan’ın kendini toparlaması ve yeniden imar edilmesi Pehlevi dönemine kadar gecikmiş. 20. yüzyıl orasında yenilenen kentte bir sanayi bölgesi kurulmuş ve tarihi yapıların çoğu onarılmış.
İsfahan’da görülmesi gereken en önemli eserler arasında Naks-i Cihan Meydanı, meydandaki Şeyh Lütfullah Camii ve hükümet binası olan Ali Kapı Sarayı, Mescid-i İmam (İmam Camii) ve Zayende Nehri üzerindeki tarihi köprüler sayılabilir.
Uçsuz bucaksız kurak toprakların ortasında, Zayende Nehri’nin üzerinde kurulu tarihi şehirdeki ilk durağımız olan Nakş-i Cihan Meydanı (bugünkü ismi ile İmam Meydanı) 1979’da Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Dünyanın sayılı büyük meydanlarından birisi olan Naks-i Cihan, dünyada polo oyununun da ilk oynandığı yermiş. Araç trafiğine kapalı meydanda fayton ile dolaşmak veya meydanı çevreleyen çarşıların önünden, revaklı avluların altından yürüyerek güneşten korunmak mümkün.
***
Meydanı ortalayan Şeyh Lütfullah Camisi’ne gidiyoruz. 1615-18 yıllarında inşa edilen cami Safevi mimarisinin en önemli eserleri arasında sayılıyor.
Kıblenin yönü ile meydanın yönü arasındaki açı farkı nedeni ile caminin kapısı ile kubbesi üst üste fotoğraflanamıyor. Tek tek yapıştırılarak monte edilmiş binlerce mozaik ile süslü, ışıl ışıl parlayan kubbenin altındaki yüksek kapıdan içeri giriyoruz. Klasik İran mimarisinin gereği olarak, özel bir haneye girerken misafirin ev ahalisi ile doğrudan karşılaşmaması için ana kapıdan iç salona giden koridor labirent şeklinde tasarlanırmış. Şeyh Lütfullah Camii’nde de benzer şekilde, kapı ile kubbe yönü arasındaki açı farkını da örtecek şekilde çizilmiş koridordan salona gidiyoruz.
Safevi hükümdarı Şah Abbas döneminin mollalarından birisi olan Şeyh Lütfullah’ın adını taşıyan cami aynı zamanda özel mülk olduğu için gerçek bir mabet olup olmadığı tartışmalı. Ayrıca, iç salonda, mihrap varken minber ve minare bulunmuyor.
Ana salonun alt katında daha sade bir salon daha var ve daha serin olduğu için özellikle yaz aylarında tercih ediliyor.
Salon kubbesinin çift kabuklu olması ve aradaki boşluk sayesinde sağlanan eko salona farklı bir özellik katıyor. Safevilerden çok önceki dönemlerde, Abbasi döneminde yapılmış camilerde kubbedeki bu iki kabuk arasındaki mesafe 15 metreye kadar çıkabildiği için yankı çok daha fazla olabilmekte imiş.
İç duvarlarda farklı dönemlerde işlenmiş, tamir edilmiş veya yenilenmiş çinileri yakından görme şansımız oluyor. Selçukluların kullandığı minai tekniğindeki çiniler genellikle yıldız, sekizgen, üçgen ve baklava formlardan oluşuyor. Bu teknikte ince taneli, sert bir yapıya sahip hamur üzerinde sır altı ve sır üstü boyama birlikte uygulanırmış. Mavi, turkuaz, yeşil, mor gibi ısıya dayanıklı renkler sır altına, siyah, beyaz, kırmızı ve altın yaldız gibi ısıya daha az dayanıklı olan renkler ise sır üstüne sürülürmüş ki böylece çok renkli bir yüzey elde edilebilirmiş. Bu sebeple, zaman içinde “heft reng” yani “yedi renk” tabiriyle anılan bir teknik olmuş.
Kubbenin eteklerindeki tavus kuşları (Pers dilinde de aynı şekilde) ve üst köşedeki mozaiklerin dizimi de adeta “birlikten güç doğar” veya “bir elin nesi var iki elin sesi var” dercesine, iki kişini tokalaşması şeklinde dizilmiş (ben göremedim).
***
Köşelerden zemine inen spiral detaylar insan, hayvan ve doğanın bir arada bir bütünün birbiri ile uyumlu parçaları olduğunu gösteriyor.
Şah Lütfullah Camii’ni ziyaret etmek isterseniz girişte, kapının sol tarafındaki bankodan müze bileti almalısınız, ziyaret saat 17’de sonlanıyor ve içerisi boşaldıktan sonra da avluya bakan yüksek kapı kapatılıyor.
Bu saatten sonra, güneşin altında kavrulan meydana çıkmak yerine revaklar altından ve çarşı içinden diğer yakaya kadar geçmeye çalışıyoruz. İsfahan çarşılarında turkuaz ve mavi renkte türlü türlü seramik hediyelik bulabilirsiniz. Ayrıca yöreye özgü işlenmiş kabartmalı çini tabaklar ve gravür süslü, sedef kakmalı fil dişi kutular oldukça zarif. Üzeri işlemesiz pamuk-ipek karışımı bir şala 200 bin Riyal veriyorum.
Hava biraz daha serinleyene kadar hem dinlenmek hem de bir şeyler atıştırmak için çarşı içindeki bir avluda, güzel bir kafeye gidiyoruz. Antikacı dükkanına benzeyen kafe adeta modern İran’da bir “muhallebici”. Salonun ortasındaki zar zor iki boş masa bulup birleştirip yerleştiğimizde, etrafımızdaki diğer masalarda oturmuş genç çiftler de el ele göz göze kim bilir nelerden bahsediyor. Aş çorbası ismindeki karışık tahıllı, baklagilli, bol kepçe ve oldukça güzel çorbamızı içerken diğer müşterilerin beden dillerini anlamaya çalışıyor ve hikayeler uyduruyoruz (menüden not aldığım fiyatlar: Portakal suyu: 85 bin riyal, Cheesecake: 70 bin riyal, çikolatalı kek: 60 bin riyal, aş çorbası: 80 bin riyal; çiçekli süt: 100 bin Riyal).
İran’da yemekten sonra çay içmek isterseniz ayrıca sipariş vermeniz bekleniyor ve İran çayı o kadar kaliteli iken servis edilen açık çay pek de tatmin edici olmuyor. Şehirlerde, pek çok kafe veya coffee-shop görmek, yol üstünde durduğunuz benzinlik-kafelerinde bile türlü türlü kahve bulmak mümkün.
Gün batımı öncesinde meşhur Si-o-seh Pol Köprüsü’ndeyiz. Safevi dönemi eseri, Zayende Nehri üzerindeki en uzun (300 metre) ve bilinir köprü 33 sütunlu mimarisinden sebep adını almış. Genç yaşlı pek çok İsfahanlının akşam üstü serinlemek için geldiği, kıyısında piknik yaptığı, üzerinden şehri seyrettiği güzel bir durak.
Safevi Şahı, 1602 yılında inşa edilen köprüyü nehrin diğer yakasındaki küçük saraya gidip gelirken kullanırmış. Geceleri köprü üzerinden çeşitli su gösterileri yapılırmış.
İsfahan’daki ilk akşam yemeği için köprünün kestiği cadde üzerindeki bir pasajın üst katındaki restorana gidiyoruz. Çıkışta dondurma alıyoruz. Dondurma standındaki beyaz tel şehriye gibi görünen buzlu tatlı esasen Şiraz yöresine ait. En güzelini yemek için Şiraz’daki kapalı çarşıya gideceğiz.
Ertesi sabah erkenden uyanıyor ve pek de bilinmeyen bir yolculuğa çıkıyoruz. İsfahan’daki ikinci günümüzü tek bir fotoğraf karesinin peşinde geçiriyoruz. Şehirden çıkarken, beş saat süreceğini tahmin ettiğimiz ve tek kare fotoğraf peşinde başlayan heyecanlı yolculuğumuz sekiz saat sonunda hedefine ulaşıyor ve belki bir daha hiç gidemeyeceğimiz bir köye, Sar Agha Seyed ‘e ulaşıyor, gün batmadan iki saat geçiriyoruz.
Dağlık ve karlı arazide, uçurum kenarlarından kıvrıla kıvrıla inen toprak yollardan İsfahan’a dönmemiz gece yarısını çoktan geçiyor.
Şehir merkezi ışıl ışıl. Caddelerin kesiştiği göbeklerde asılmış renkli küçük ampuller gece adeta bir renk seli gibi caddeleri aydınlatıyor.
İsfahan’daki son günümüze biraz rötarlı başlıyoruz. Keyifli bir kahvaltının artından Nefs-i Cihan meydanına çıkıyoruz. Bugün aynı zamanda Müzeler Haftası’na denk geldiği için çoğu müzeyi ücretsiz gezebileceğiz. İlk durağımız, ilk gün gezemediğimiz Ali Kapısı Sarayı oluyor. Safevi döneminin başbakanlık konutu olmuş sarayın inşası 1577’de başlamış ve yüzyıl boyunca, zamanın ihtiyaçlarına göre hem enine hem de boyuna ilaveler ile genişletilmiş. Altı katlı saray, zamanında İran’ın en yüksek yapısı imiş (İkincisi yüksek katı ise Tahran’da Gülizar Sarayı’nda görmüştük). Bugün sarayın büyük bölümü restorasyonda olduğu için en üst salonunun balkonundan meydanı seyrediyoruz. Sarayın duvarlarındaki kalem işi süslemeler ve en üst katındaki yüksek tavandaki ahşap işlemecilik ve ince ince oyularak işlenmiş ahşap sütunlar oldukça etkileyici.
Meydanın güney kenarındaki Şah Camisi, Safevi Şahı 1. Abbas’ı yirminci saltanat yılı anısına, 18 yılda inşa edilmiş (1629). Caminin içine girmiyor, geniş kubbelerinin altında, hat ve türlü bezemelerle, mozaiklerle süslenmiş mavi koridorlarında dolaşıyoruz. Şii mezhebine tabi insanlar, namaz kılarken alınları kirli yere değil de temiz Kerbela toprağına değsin diye üzerinde 12 İmam’ın ismi olan veya Hz Muhammet veya Allah yazılı toprak parçaları üzerine secde ediyorlar. Cami avlularında bu taşlardan bulabilir ve alabilirsiniz. Biz insanları gözleyerek taşların anlamını çözmeye çalışırken Azeri bir İranlının yardımı ile sorularımıza yanıt buluyoruz.
Öğlen olmadan tüm arkadaşlar otelde buluşuyor ve Şirazlı rehberimiz ile birlikte İsfahan’daki diğer bir Unesco kültür mirası olan Mescid-i Cuma’ya gidiyoruz.
7. yüzyılda, İslam dininin kabulünden sonra inşa edilen ilk cami olması nedeni ile de ayrıca değerli olan cami kompleksi, İsfahan’a hakim olmuş farklı farklı hanedanlıklar döneminde restore ve inşa edilmiş dört ana bölümden oluşuyor. Cuma Mescidi’nde de diğer Şii camileri gibi işlemeli iki yüksek minare bulunuyor. Geleneksel İran mimarisinde Şii camilerinin çoğu iki minareli inşa edilmiş iken Sünni camileri de genellikle tek minareli inşa edilmiş. İnşaatın ilk yıllarında yapılan bölümler oldukça sade taş işlemeleri ile inşa edilmiş iken özellikle Safevi döneminde eklenen ve restore edilen bölümler mavi çiniler ile süslenmiş.
Kaçar döneminde iç avlunun ortasına Kabe’yi sembolize eden bir ilave yapılmış. Haca gitmeye niyet eden Müslümanlar burada prova yapıyorlarmış. Avludan girilen karşılıklı iki kapıdan birisinin kapı kubbesi usta işi iken karşısındaki çırağının işi imiş. Usta işi olanın süslemeleri ve işçiliği çok daha fazla.
Caminin en eski iç bölümünde pek çok sütun görüyoruz. Gazneliler ve İlhanlılar döneminde yapılanlan veya tamir edilen bu sütunları üzerlerindeki kabartı damgalardan dönemlerinden ayırt edebilirsiniz.Avrupa henüz gotik mimari ile tanışmamışken kubbeyi taşıyan kilit noktalarında gotik mimari prensiplerini görmek mümkünmüş.
Sütunlu salondan bir sonraki salonda yer alan, Gazneli Kral döneminde eklenmiş, beyaz alçı taşı üzerine muhteşem bir oymacılık eseri olan ünlü mihrap “Olcayto” özellikle görülmeli.
Tüm yapıyı hakkını vererek gezmek isterseniz en az bir buçuk – iki saat ayırmalısınız.
***
Dört döneme ait değişiklik ve eklemeleri caminin girişindeki müze odasındaki panolardan takip edebilirsiniz. Biz vardığımızda öğle ezanı vakti olduğu için yapının cami harici bölümleri kilitli idi ve biz de salonlar açılana kadar avludaki insanları fotoğrafladık ve diğer hariciler (yabancılar, turistler) gibi üzerimize cami girişinde verilen beyaz çadorları giyerek içeri girdik.
***
1979 Devrimi sonrası tüm kadınlar için zorunlu kıyafet olmuş ve tüm vücudu örten tek parça halindeki siyah çadorlar yıllar içinde değişmiş. Restoranda sohbet ettiğimiz bir iş adamının anlattığına göre önce siyah rengi açılmış, sonra da boyu biraz kısalmış. Zorunlu olan başörtüsü de yavaş yavaş açılmaya başlamış. Beyefendinin öngörüsüne göre, en fazla on yıl sonra özgürlükler anlamında bambaşka bir İran ile karşılaşabiliriz.
İran’ın çarşı ve sokaklarında dolaşırken bizim gözlemimiz de bu yönde oluyor. Yaşı daha ileri olan veya kırsal kesimlerdeki hanımlar daha siyah ve kapalı giyinirken, büyük şehirlerde yaşayan yaşıtımız hanımlar ve gençler tayt pantolon üzerine kalçayı örtecek bir tunik veya pardösü giymeyi, saçlarına ince bir fular örtmeyi tercih ediyor.
Açıkçası, çöl ikliminin hakim olduğu bir coğrafyada dağ bayır dolanırken saçımı ve vücudumu güneşten ve tozdan korumak için örtünmüş olmayı bir ihtiyaç olarak da gördüğüm çok fazla rahatsızlık veya tedirginlik hissetmedim. Ancak, gençlerden dinlediğimize göre, özellikle kalabalık alanlarda dolaşan toplum polisleri kıyafetinizi uygunsuz bulurlarsa ellerinde bir çador ile gelip üstünüzü örtebilir ve ailenize iletilecek bir uyarı mektubu imzalatabilirlermiş. Özellikle kadın polisleri siyah çadorları altında tanımak mümkün olmadığı için ancak yanınıza gelip kimliklerini gösterdiklerinde yakalanmış olabilirsiniz. Günümüzde devam ettirilen, bu baskıcı ve zorlayıcı tutum bile insanı tedirgin ve huzursuz etmeye yetiyor.
Makyaj, öje veya aksesuar kullanımı ile ilgili herhangi bir sınırlama, ayıplama veya yasak bulunmuyor. Sokaklarda gördüğümüz hemen hemen tüm hanımlar makyajlı ve renkli ojeli idi.
Dünyanın yarısı İsfahan, 17. yüzyılın gözdesi, dünyanın yarısı İsfahan Orta Doğu’da yaşamış Ermeniler için de önemli bir merkez. Başkenti Tebriz’den, önce Kazvin’e, ardından da İsfahan’a taşıyan Safevi lideri Şah Abbas, ülkedeki Ermenileri de hem demircilikteki ustalıkları ve dolayı ile ülke ekonomisine katkıları hem de azınlık statüleri nedeni ile kontrol altında tutabilmek için burada topluyor. Katedral inşa etmelerine izin veriyor ve güvende olmalarını sağlıyor (Aynı dönemde İran’da 12 İmam inancı da resmiyet kazanıyor ve müslüman olmayanlar vergi ödemesi gerekiyor).
Günümüzde de, İran’da yaşayan çoğu Ermeni İsfahan’da yaşamakta ve resmi dil Farsça ile birlikte kendi dillerini konuşmakta.
Zayande Nehri’nin güney yakasındaki tarihi Ermeni mahallesindeki (Culfa bölgesi) sokak mimarisi, park etmiş araçlar, dükkanların vitrinleri bile bir anda farklı bir yerde hissettiriyor. Mahallenin merkezindeki Vank Katedralini ziyaret ediyoruz. Kilisenin ayin günü Cumartesi.
Katedralin duvarları ve kubbesi rengarenk freskolar ve çiniler ile süslü. Duvarlarda, Züleyha ile Yusuf’un hikayesi, mahşer günü sahnesi, son akşam yemeği sahnesi gibi önemli sahneleri görmek mümkün.
Katedralin bahçesinde Ermeni tarihi ile ilgili bir de bir müze var. İki katlı müzenin üst katındaki el yazması kitaplar ve dönemin önemli kişilerinin portreleri görülmeye değer.
***
Nehrin kuzeyine geri dönüyoruz. Çehel Sütun Sarayı (Chehelsotoon Palace)’nı gezeceğiz. Safevi Şah 2. Abbas döneminde, uzun bir havuz etrafındaki ağaçlıklı bir bahçe içindeki saray kraliyet konağı olarak kullanılmış. Büyük bir yangının ardından tekrar inşa edilen saray, özellikle resmi davetlerde ve yabancı konukların ağırlandığı eğlencelerde kullanılmış. Sarayın yekpare ağaçtan ince işlenerek yapılmış yirmi sütununun havuzdaki aksinin de göz ardı edilmediği saray, 40 Sütun anlamında adlandırılmış.
İncelikli tasarımı, süslemeleri ve barındırdığı nadide tablolar ile Unesco Kültür Mirası listesine alınmış müzeye vardığımızda, henüz kapanış saatine vakit olmasına karşın, yoğunluk nedeni ile erken kapatıldığını öğreniyoruz.
Alternatif olarak yan tarafındaki Modern Sanat Müzesini geziyor ve bahçesinde vakit geçiriyor, havuz başında serinliyoruz. Modern Sanat Müzesi de hayli kalabalık.
Gün batımında, Zayende Nehri üzerindeki diğer bir tarihi köprü olan Kaju Köprüsü’ndeyiz. Bu köprü de Si-o-seh Pol Köprüsü gibi İsfahanlılar için adeta bir mesire yeri. İş çıkışı koşturanlar, çocuğu ile bir yere yetişmeye çalışanlar, turistler, ayrı ayrı dolaşan ama bir birlerine laf atıp sataşmakta da geri durmayan kızlı erkekli gençler köprü üzerinde, eteklerinde su kenarında veya altındaki kanallarda oturarak dinleniyorlar. Biz orada iken küçük bir grubun spontane konserine denk geliyoruz. Nehir kenarında da bisikletini çimlere bırakmış, sportmen bir amca uzun uzun İran şarkıları söylüyor.
***
İsfahan’da geçirdiğimiz üç gün boyunca tur aracımız ve rehberimiz eşliğinde gezmiş olsak da henüz 2015 sonunda resmi açılışı yapılmış metro hattı ile pek çok turistik bölgeye ulaşmak mümkün. Durak isimlerini buradan not edebilirsiniz.
İsfahan’daki son akşam yemeğimizi Ermeni mahallesinde, şık bir restoranda, avlusunda havuzun üzerinde kurulmuş bir masada, ayaklarımızın altında yüzen balıkları seyrederek yiyoruz. Klasikleşmiş menümüzde kebap ve bol naneli ayran var. Yarın sabah erkenden yola çıkacak, Zayende Nehri’nin bereketli topraklarından ayrılacak Yezd’e doğru devam edeceğiz.
16–18.05.2016
4 thoughts on “Dünyanın yarısı: İsfahan”