Kadıköy Meydanı’nı severim. Sahilini, çarşısını, evlerini, semtlerini severim. Sokaklarında dolaşırken, batan güneşe kanat çırpan martıların çığlıklarına karışan vapur düdüğünü duyarım. Bana ılık yaz akşamlarını hatırlatır!
Körler Ülkesi: Halkedon şehrinin kuruluşu ve mitolojik efsanaler:
Fikirtepe Höyüğü’nün yazılı tarihi ancak MÖ 4000’li yıllara kadar uzanıyor iken, ta MÖ 11. yüzyılda Fenikeliler bu topraklara gelmiş ve yerleşmiş. Kurdukları şehre “Harhadon” adını vermişler. Zamanla bölgedeki ikinci bir şehir daha kurulmuş. Kurbağalıdere tarafında, bugünkü Yoğurtçu Parkı ile Moda semti arasında kalan bölgede kurulan Halkedon (bakır ülkesi) şehri için anlatılagelen iki rivayet var. Teni bir Yunan kolonisinin şehri ya da Harhadon’un devamı bir şehir (Halke, Rumca’da bakır anlamına gelir) olduğu düşünülüyor. Halkedon güçlü bir şehirdir ve sınırları Gebze’ye kadar genişler. HAlkedon şehrindeki tapınak Zeus’un oğlu Apollon’a adanmıştır.
MÖ 7. yüzyılda Atina yakınlarındaki Megara’dan yola çıkan Byzas, yeni bir şehir kurmak istemektedir. Yolda uğradığı Delphoi’deki Pagan kahinler, bu şehri “Körler Ülkesi”nin karşısına kurmasını söyler. Yolun sonuna gelen Byzas, bugünkü Topkapı Sarayı’nın kurulu olduğu tepeden bir Haliç’e ve Boğaziçi’ne, bir de karşı kıyılara bakar. Byzas gördüğü manzara karşısında hayran kalır. “Burası böyle iken karşı kıyıya şehir kurmuşlar, demek ki körler” der ve ekler: “İşte körler ülkesinin karşısı da burasıdır!”
Her devrin kenti olmuş İstanbul’a ilk adını veren Byzas’ın Yunan mitolojisinde de ayrı bir yeri vardır. Efsaneye göre; baş tanrı Zeus güzeller güzeli İo ile birlikte iken karısı Hera tarafından yakalanır ve bir zarar görmemesi için İo’yu ineğe çevirir. Hera durumdan şüphelenip yüz gözlü canavarı Argos’a İo’yu gözlemesi komutunu verir. Zeus Argos’u öldürtüp İo’yu kurtarır ama Hera canavarının ölümüne o kadar üzülür ki Argos’un gözlerini tavus kuşunun tüylerine işler.
Hero şüphelerinden vazgeçmez ve İo’nun peşine bu sefer de bir at sineği musallat eder ve büyük kovalamaca İstanbul Boğazı’na kadar sürer. İo boğaza atlayıp karşıya geçince at sineğine izini kaybettirebilir ve toprağa çıktığı Haliç kıyısında Zeus’un kızını doğurduktan sonra ortadan kaybolur. Su perilerinin büyüttüğü bebek büyüyüp serpildikçe güzelleşir ve Denizler Tanrısı Poseidon ile evlenir ve oğulları Byzas dünyaya gözlerini açar.
Byzantion şehri, Sarayburnu’nda kurulur ve gel zaman git zaman büyür ve güçlenir. Karşı kıyıdaki “Körler ülkesi” Halkedon ise günden güne zayıflamaktadır.
Byzantion, MÖ 74’de Romalıların eline geçer ve MS 4. yüzyılda İmparator Konstantin tarafından baştan inşa edilir.
Efsane der ki, Konstantin de şehrini başta Kadıköy yakasında kurmaya niyetlenir. Tam da inşaatın başlayacağı sırada iki başlı bir kartal karşı kıyıdan aldığı malzemeleri Sarayburnu’na taşır ve bunu bir işaret olarak gören Kral fikrini değiştirirerek Byzantion’u imara girişir.
Halkedon artık terkedilmiş olsa da hiç bir devirde kendi haline bırakılmaz. Yıkıntıları yüzyıllar boyunca karşı kıyılara taşınır. Halkedon surlarının taşları Saraçhane’deki Bozdoğan kemerinde, tapınakların taşları Konstantinopolis’in kamu binalarında, harabelerin taşları da Kanuni döneminde Mihrimah Sultan veya Süleymaniye Cami inşalarında kullanılır. “Körler ülkesi” artık tek tük ahşap konakların ve mabetlerin kaldığı bir sayfiye bölgesidir.
Bugün, Merdivenköy tarafındaki mezar taşlarından anlaşıldığı üzere, askeri ve dini önderlerin, akıncıların yavaş yavaş bölgeye gönderilmesiyle Türk nüfus ve yerleşim, Osmanlı’nın fethinden yüz sene öncesinde artmaya başlar. İstanbul’un fethinden sonra da Sultan 2. Mehmet, Halkedon topraklarını dönemin kadısı Hızır Bey’e bağışlar. Kadı Hızır Bey’e ithafen bölgenin adı günümüze kadar “Kadı köyü” olarak gelir.
Haydarpaşa Garı:
Cemre soğuklarının son dönemecinde, kazma kürek yaktıran Mart ayının ortasında, yağmurlu ve rüzgârlı bir Pazar günü, Haydarpaşa Garı’nın önünde bir grup İstanbul Gezgini buluşuyoruz. Yağmurda kaçan kediler ve gelinin elinden kurtulmuş rengarenk balonlar, günümüzde gelin-damat portrelerinin gözdesi olmuş tarihi binada nöbet bekliyor.
Asırlık gar binasının ismi de bulunduğu semtten ileri geliyor: Bölgeye ve Selimiye Kışlası’na çok emeği geçmiş 3. Selim’in vezirlerinden olan Haydar Paşa. Bölge, çayırlık ve saray şenliklerinin yapıldığı bir mesire alanı iken gar yapıldıktan sonra adeta ikiye bölünüyor ve civarda kamu binaları, hastaneler yapılamaya başlanıyor. Garın önündeki iskele ise 1. Ulusal mimari akımının önderlerinden ve erken Cumhuriyet döneminin pek çok önemli yapısına emeği geçmiş Vedat Tek’in imzasını taşıyor. Bina üzerindeki Osmanlıca yazılarda “1. Mevki” “2. Mevki” gibi açıklamalar yazılı.
’93 harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) sonrası nakliyatın önemi daha da anlaşılmış ve hem cephane sevkiyatı hem de Hicaz’a gidecek Bağdat demiryolunun inşasına 2. Abdülhamit zamanında başlanır. Dönemin siyasi ve ticari müttefiki Almanlar tarafından yap-işlet modeli ile inşa edilen gar 1906’da tamamlanıyor. Almanlar tarafından yakın tarihlerde yapılan ve modern dünyaya açılan Sirkeci Garı’nın oryantalist çizgilere, Anadolu’ya ve Ortadoğu’ya açılan Haydarpaşa Garı’nın Batı çizgilerinde tasarlanması tesadüf olabilir mi?
İtalyan taş ustalarının çalıştığı bina, Amsterdam Central Station’a benzer şekilde, denizin doldurulması ile 110 kazık üzerine inşa edilmiş.
2. Abdülhamit döneminde, kara trenin önemi artar ve hem savaş zamanında sevkiyat hem de barış zamanında Hicaz yolculukları için ülkenin dört bir yanı demir raylar ile döşenecektir. Sultanın fermanı ile her sağlıklı erkek ailesinin sahip olduğu yük hayvanları ile senede dört gün bu yol inşaatlarında çalışacaktır (1869).
TCDD’nin bugünkü amblemi, zamanında Alman demiryolların da simgesi olan Kartal kanatlarından esinlenmiş (ilk amblem, duvarlardaki resimlerde de sembolize edilen kanatlı tekerler imiş).
Gar’da üç büyük yangın yaşanmış. 1917’de Anadolu’ya sevk edilecek cephane sabotaja uğramış ve çok sayıda asker ve cephane kaybedilmiş. Orijinal Alman mimarisi yüksek ve dik çatı da bu yangında kaybolmuş. Binanın restore edilmesi 1930’lu yılları buluyor. Cumhuriyet’in ilanı sonrasında genç hükümet, binayı Almanlardan satın alarak yönetimini ve işletmesini TCDD’ye devrediyor.
Yeni dönemde de, büyük patlamalar ve yangınlar tarihi binanın peşini bırakmıyor. Kasım 1979’da tam da Haydarpaşa sahilinde bir tanker ile geminin çarpışması sonucu çıkan yangın günlerce söndürülemiyor ve tüm Boğaz’dan izleniyor. 2010’da ihmal sonucu çıktığı açıklanan yangında ise çatı tamamen yanıyor ve dördüncü kat da kullanılamaz hale geliyor. Haziran 2013’de son tren de uğurlandıktan sonra gar bugün terk edilmiş durumda.
Tarihi bina, Yeşilçam’ın pek çok filminde olduğu gibi gün gelir magazin gündeminde de yer bulur. 80’li yıllarda kendini Haydar Paşa’nın gelini “milli gelin” olarak tanıtmış Fransız artist, gar merdivenlerinde verdiği erotik pozlar ile kısa sürede üne kavuşur.
Haydarpaşa İskelesi:
Gar binasından ayrılıp Kadıköy meydanına doğru yürüyoruz. Yağmurun hızı ile yarışıyor ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Fransa’dan alınan borç para ile İtalyan bir mimar tarafından yapılan hal binasının (Haldun Taner sahnesi), orijinal halini kaybetmiş olsa da bugün kafe olarak işletilen üst katı çinilerle süslü olan Kadıköy İskelesi’nin ve bu ay içinde (Mart 2014) “Kadıköy Tarih ve Edebiyat Kütüphanesi” olarak tekrar sosyal hayata kazandırılacak olan Şehremaneti binasının önlerinden geçip çarşının ara sokaklarında kayboluyoruz. 1914’de Mimar Yervant Terziyan tarafından tamamlanan bina, 1. Ulusal mimarlık akımının önemli bir eseri.
Osmanlı döneminde özellikle Levantenlerin yerleştiği Kadıköy ve Moda semti Hristiyan tarihinde de önemli bir yere sahip. Hali ile Kadıköy sokaklarında dolaşırken farklı Hristiyan mezheplerine ait mabetleri de ziyaret etme fırsatı buluyoruz.
Kadıköy Surp Takavor Gregoryen Ermeni Kilisesi:
Tarihte, Batı Ortodoksları, Roma Katolikleri ve birçok Batılı Hristiyan mezhebi için “4. Ekümenik Konsili” olarak kabul edilen Kalkedon Konsili, 451 yılında Kadıköy Yel değirmeni semtindeki bir Bazilikada (günümüze ulaşmamış) bir araya gelmiş ve yaklaşık bir ay sürmüş (ilk üç konsil: İznik (325), Birinci İstanbul (Aya İrini Kilisesi’nde toplanmış, 381) ve Birinci Efes Konsili (431)).
Ekümenik konsil, Kilise’nin (Vatikan) Hristiyan inanç esaslarını (Hz İsa’nın insanı ve tanrısal tabiatının yorumlanması, aynı çerçevede Hz Meryem’in Tanrı ve oğul ile ilişkilendirilerek kutsanması gibi), ibadet şekillerini, dini ahlak ve disiplinin esaslarını belirlemek ve hayata geçirmek üzere Kiliseye bağlı tüm piskoposların katılımı ile düzenlenen büyük toplantılar anlamına gelir. Bu uluslararası ve o günkü sosyo-ekonomik şartlarda oldukça önemli toplantılarda, esasen Doğu kültürüne ait bir derviş iken, Pavlos gibi takipçilerinin inançlarını yayma çabaları sayesinde Batı dünyasına ulaşmış ve yeni bir kimlik kazanmış Hz İsa ve Hristiyanlık tekrar tekrar yorumlanmış.
Kadıköy Konsili de Kilise’nin organize ettiği diğer Konsiller gibi Doğu ve Batı dünyasındaki cemaatler için farklı siyasi ve ekonomik anlamlar taşımış ve çeşitli güç gösterilerine sahne olmuştur. Bu noktada, Ortodoks Bizans hanedanının tutumu önemli olmuş.
Tarihte 21 kez düzenlenmiş olmasına karşın, Kilise’nin ikiye ayrılmasından (1051) önce düzenlenmiş ilk sekiz Konsil hem Katolikler hem de Ortodokslar tarafından tanınmakta.
4. asır başında, Aziz Gregor tarafından kurulan Ermeni Kilisesi Batılılar tarafından Gregoryen (Aziz Gregor’un takipçileri) olarak ifade edilmiş. Kadıköy Konsili’nde temsil edilmemiş ve Monofizit-Diyofizit çekişmesine katılmamış Doğu Ermeni cemaati genel olarak “Monofizit (İsa İsa hem Tanrı hem de insan olarak doğmuştur ve Meryem bu anlamda Tanrı’nın da annesidir) görüşü benimseyerek Katolik inançtan ayrılmış. Ermeniler, Osmanlı’nın İstanbul’u fethi sonrasında 1461’de bugün de tabi oldukları “İstanbul Ermeni Patrikliğini” kurmuşlar. 18. yüzyıldan itibaren ise Apostolik Ermeniler (Gregoryen) ile Katolik Ermeniler arasında büyük gerginlikler yaşanmış. Bugünkü gezimiz sırasında her iki inançtan da din adamları ile de sohbet etme fırsatı yakalıyoruz.
Surp Takavor Gregoryen Ermeni Kilisesi’nde bir süre Pazar ayinini dinliyoruz. Girişte, içerideki tütsü kokusu hayli ağır geliyor. Pek geniş bir kilise değil ve bir süre ayini izledikten sonra avluda toplanıyoruz. Mimari olarak Kiliseyi kapısından ayırt edebiliyorum. Gördüğüm tüm Gregoryen Kiliselerinin girişinde, sokak kapısından avlu görünmüyor ve içeri girmek için önce bir paravanı geçmeniz gerekiyor.
Çarşı içinde, bronz timsah heykelinin de bulunduğu Mühürdar meydanına bakan Kilise’nin olduğu yerde, 18. yüzyılda bir şapel varmış. 1855’deki büyük yangında harap olmuş ve yerine zengin bir hayırseverin de desteği ile bugünkü bina inşa edilmiş. 1970’lerde restorasyon görmüş kilisenin avlusundaki iki lahit Erzurumlu hayırsever Garabet Muradyan ve eşine ait. Lahitler üzerindeki kuru kafa figürleri ilgi çekici.
Kadıköy İskele Camii:
“İstanbul” da üç cami yaptırmış, birini ceddine, birini evliyaya birini de suya kaptırmış 3. Mustafa’nın kendi adını taşıyan tek camisi Kadıköy İskelesinde yer alıyor. Gel gör ki, bu cami de halk arasında çoktan “İskele Cami” olarak anılmaya başlanmış. Üç cephesi binalarla çevrili caminin kapısı vakit namazları dışında kapalı ve içerisi de sıvalı.
Kadıköy Aya Eufemia Rum Ortodoks Kilisesi:
Pazar sabahının erken ve yağmurlu saatlerde Kadıköy çarşısı ne kadar da sakin görünüyor. Yasa Caddesi’nin köşesindeki kilise, 1694’de yapılmış ve farklı zamanlardaki geçirdiği tadilatlardan sonra 1993’de tekrar ibadete açılmış Aya Eufemia Rum Ortodoks Kilisesi’ndeyiz.
Halkedonlu zengin bir ailenin kızı olan Eufemia yaşadığı dönemin Pagan ritüellerini reddederek Hristiyan olmayı tercih eder. Bu tercihi nedeni ile eziyet görür ve tutuklanır. İşkencelere daha fazla dayanamayarak öldüğünde, kabri şehrin biraz da dışında kalan mezarlığa gömülür (303).
Bizans İmparatoru 1. Constantinus döneminde (324-337). Hristiyanlık resmi din olarak benimsenir ve Eufemia şehit olarak ilan edilerek Yel değirmeni bölgesindeki kabrinin yanına bir de kilise inşa edilir. Bu kilise, gelecek yüzyılda (451) düzenlenen Kadıköy Konsili’ne de ev sahipliği yapacaktır.
Bu görüşmelerde koruyucu azizesi ilan edilen Eufemia’nın adına sadece Ortodoks değil farklı mezheplerden de kiliseler adanmış. Azize, bu unvan ile onurlandırılan az sayıdaki İstanbullu Hristiyan arasında olması sebebi ile İstanbul için ayrı bir önem taşır.
Ortodokslar ilk zaman Hristiyanlarına daha yakın olduklarına inandıkları için mabetlerini de (görece) daha sade dekore ediyorlar ve en değerli objeleri olan gümüş ikonalar bu kilisede de en dikkat çekici unsurlar.
Kapalı Yunan Haçı planlı Ortodoks kilisenin (Katolik Kiliselerindeki gibi uzun bir koridor yok) apsisindeki panoda, ortada İsa ve Meryem’in portrelerinin solunda Azize Eufemia’nın ve en sağda da vaftizci Yahya’nın portresi (ikonası) yer alıyor.
İstanbul’daki tüm Rum Kiliselerinde ayazma oluyor. Bunun nedeni, İstanbul merkezinde tatlı su bulunmaması ve kaynak sularının oldukça değerli olması olarak düşünülebilir. Böylece yönetim, kaynağın üzerine, yakınına kilise inşa ederek içme suyunu ve erki elinde tutmak istemiş hem de insanları Kiliseye çekme fırsatı yakalamış.
Sasanilerin Kadıköy’ü işgali sırasında (626) Azize’nin kemikleri önce İstanbul’da Sultanahmet’de yeni bir kabre taşınıyor. Sonra mezhep tartışmaları ile farklı kiliselerdeki ikonaların tahrip edildiği İkonoklazm döneminde (8. Yüzyıl) ise kiliseden alınıp denize atılıyor. Tekrar ikona taraftarı bir imparator yönetime geldiğinde ise, kemikler denizden çıkartılıp ait oldukları kiliseye geri getiriliyor.
Azize Eufemia’nın kemikleri bugün Fener Rum Patrikhanesi’nde saklanıyor.
Kadıköy Osmanağa Camii:
Osmanağa Camii (1612) oldukça güzel bir cami. İçerisinde orijinal Kütahya çinisi kullanılmış. Bahçesindeki asırlık çınar ağacı, etrafını saran tel çember ile korumaya alınmış. Cami duvarının önündeki 1732 tarihli Hekimoğlu Ali Paşa Çeşmesi önceki sene restore edilmiş. Suyu akıyor. Sadrazam olarak da hizmet vermiş Paşa’nın Kocamustafa Paşa semtinde de kendi adına bir camisi var ve mavi mürekkepten kalem işleri, çinileri ile oldukça etkileyici.
Paris’den Beylerbeyi Sarayı’na yola çıkmış (1867), yıllar içinde çeşitli saray bahçelerinde ve meydanlarda konaklamış, son olarak da Altıyol meydanını mesken tutmuş orijinal “Dövüşen Boğa” heykelinin yanından karşıya geçip tramvayı takip ediyoruz.
Kadıköy Surp Levon Ermeni Katolik Kilisesi:
Trafiğe kapalı Bahariye Caddesi’ne doğru çıkarken Sanatçılar Sokağı’na (Ali Suavi sokak) dönüyoruz ve kapısı tezgâhların arasında kalmış demir kapıdan içeri, Surp Levon Ermeni Katolik Kilisesi’nin bahçesine giriyoruz. Bizi Baş Rahip Mikail bey karşılıyor. Pazar ayini henüz bitmiş olsa da bize zaman ayırıyor ve hem Kilisesinden hem de inancından bahsediyor, sorularımızı yanıtlıyor.
Anadolu’da gördüğümüz çoğu Ermeni Kilisesinde aşina olduğumuz ve bu sabah gezdiğimiz Ermeni kilisesinde de olduğu üzere Kadıköy Konsili’nde temsil edilmemiş Doğu Ermenileri Gregoryan kilisesini kurarak Ortodoksluğa yaklaşırken Batı Ermenileri inançlarına sadık olarak Katoliklik mezhebini benimsemişler.
Diyofizit (İsa’ya otuz yaşında iken Tanrı’nın sözü (kelam) inmiş ve öncesinde masum bir insan iken sonrasında hem Tanrı hem insan özelliklerini taşımıştır, yani iki doğası vardır. Meryem insan İsa’nın annesidir) görüşü benimsemiş Katolik inancına göre, İsa hiçbir zaman kendisini insanüstü olarak görmedi ve en dipteki insanın acılarını anladı. Dönemin usullerine göre bir hırsız ve bir haydut ile birlikte çarmıha gerildi ve normal bir insan gibi ruhunu teslim etti. Koyulduğu kaya mezarda ölümü yenerek dirildi (Paskalya bayramı). Günah sebebi ile insan soyuna gelmiş ölümsüzlüğü yenen tanrı İsa dirildikten kırk gün sonra göğe yükseldi ve kıyamet koptuğunda tekrar yeryüzüne inecek.
Bu bina, Osmanlı döneminde inşa edilmiş son kilise ve Kadıköy Konsili’nin (451) de başkanı olan 45. Papa 1. Leo’nun ismi ile anılıyor (Surp: Aziz). Saray’ın özel izni ile 1905’de mevcut ahşap şapel yıkılarak yerine çimento ve tuğladan yapılmış olduğu için büyük bir yangın yaşamamış. Bir Katolik Kilisesi olmasına karşın oldukça sade bir tarzı var.
Gün boyu ziyaret ettiğimiz farklı mezhep Kiliseleri ile ilgili öğrendiğim mimari bilgiler ışığında fotoğraflarımı tekrar inceliyorum. Kilisenin ayin yapılan bölüme sadece Ruhban sınıfı geçebiliyor ve ayin masası ortada bulunuyor. Yılda bir kez gelen Episkopos’un (Katolik cemaati için, Papa) koltuğu da sol tarafta yer alıyor.
Kürsü, tanrı sözünün ilan edildiği yer olduğu için önemli. Kürsünün üzerindeki örtüdeki resimde anlatıldığı üzere; Melek Gabriel Meryem’e “Tanrı’nın oğlunu doğuracaksın” diye buyuruyor. Katolik rahip kendi inancını “Tanrı yeryüzüne inerek beden almıştır ve İsa Tanrı’nın yeryüzündeki yansımasıdır” şeklinde ifade ediyor.
Rahip dini felsefeden ve ibadetleri sırasında “niçin yaşıyoruz” diye sorguladıklarından bahsediyor. Okumalar ve vaizler Türkçe yapılıyor ve farklı inançlardan misafirleri de hoşgörü ile karşılıyorlar.
İstanbul’da 12 Ermeni Katolik Kilisesi varmış ve nüfusun da yaşlanması ile Anadolu yakasındaki tek kilisenin cemaate kayıtlı 212 kişi varmış.
Kadıköy Süreyya Operası:
Araç trafiğine kapalı Bahariye Caddesi’nde yürüyoruz. Kültür sanat yolculuğumuzun son 90 yılını günümüze Süreyya Operası’nın önündeyiz. Sabah matinesi henüz tamamlanmış ve merdivenlerden inen çocukların yerine biz içeri geçiyoruz.
Sahne, Süreyya İlmen Paşa (Cumhuriyet döneminin ilk vekillerinden) tarafından 1924’de yaptırılmış. 1. Dünya Savaşı sonrasında İstanbul’un işgal ettiği yıllarda masraflarını karşılayamayan okullar tek tek kapanmaya başlar. Bu kötü gidişata engel olabilmek için çeşitli dernekler balo, çay buluşmaları ve çeşitli eğlenceler düzenleyerek para toplamaya çalışırlar.
Destek olmak isteyen ve maddi durumu da yerinde olan Süreyya Paşa, Kadıköy’de de büyük toplulukları ağırlayacak, konser, opera, balo, konferans, sinema, tiyatro gibi sosyal aktivitelerin yapılabilmesi için uygun bir yer yaptırmak ister ve Fransa ve Almanya’daki benzerlerini de bizzat inceledikten sonra çalışmaları başlatır. Fuayesi Fransız, iç bölümleri Alman tarzını yansıtan yapının bir opera binası olması hayal edilir. Ancak, gerek inşaatın uygun şekilde tamamlanamaması, yetişkin sanatçıların olmaması nedeni ile bina Paşa’nın ömrü boyunca bir opera temsiline sahne olamaz ve 2005 yılına kadar sinema salonu olarak çalışır. Erken Cumhuriyet döneminde, özellikle Yeşilçam filmlerinin oynatıldığı sahne ile alternatif olarak azınlık filmlerini oynatan Apollon Tiyatrosu (bugünkü REXX sineması) ile arasında tatlı bir rekabet bile yaşanır.
Yapı, Paşa’nın vasiyeti gereği, ölümü sonrasında da sanat amaçlı kullanılmak şartı ile Darüşşafaka Cemiyeti’ne bağışlanır (1950). 2005’de, Kadıköy Belediyesi binayı 49 yıllığına kiralar ve Paşa’nın anısına uygun şekilde restore edilmesini sağlayarak tamamen elden geçirir. Bina, 2007 yılında “Süreyya Operası” olarak perdelerini açar.
Kadıköy Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesi:
Kutsal üçlemeye adanmış Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesi, Patrik 3. Yucakim ve Kadıköy Metropoliti tarafından yaptırılıyor (1902). Metropolit’in mezarı da bu kilisede defnedilmiş.
Rum Ortodoks Kiliseleri genelde kubbeli inşa edilmezken ve bu kilise nadir bir örnek. Apsis tarafındaki (kilisenin mihrabı gibi düşünülebilir) panoda sağda İsa, solda Meryem ve onun yanında da kilisenin adandığı kutsal üçleme sahnesi yer alıyor.
Duvarlarda çarmıh sahnesini tasvir eden tablolar var. Yağlı boya tablolardaki güvercin figürü yaygın kullanılan bir simge olmak ile birlikte, Kutsal Ruh’u (Tanrı) tasvir ediyor.
Tüm Rum Ortodoks kiliselerinde olduğu gibi zamanında burada da bir ayazma varmış. Zaman içinde kuruyan havuz şimdi kilise görevlileri tarafından tazeleniyor.
Rotamızı sahile çeviriyoruz. İstikamet Moda!
09.03.2014
10 thoughts on “Körler Ülkesi: Kadıköy”