Milyonlarca yıldır yaşayan, yaşatan, Nuh’un gemisinin de dönüp dolaşıp demirlediği Anadolu’dan, Mezopotamya’dan başka taşı toprağı altın bir coğrafya biliyor musunuz?
Atalarımızın yüzyıllardır bu topraklara memleket dediğini henüz ilkokul sıralarında öğreniyoruz da, ne kadarını tanıyoruz, kaç köy kaç kasaba gezdik, kaç çeşit yemek biliyoruz veya kaç farklı enstrümanın tınısını kolayca ayırt edebiliriz?
Bu güzel Pazar sabahında ev sahibimiz İstanbul Arkeoloji Müzeleri. İstanbul Gezginleri ile beraber bugün üstünde gezip dolaştığımız toprakların altına iniyor ve başka zamanlara, başka hayatlara misafir oluyoruz.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri, koleksiyonlarının çeşitliliği ve zenginliği ile Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren Türk müzeciliğinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Oldukça zengin bir koleksiyonu idare eden Müze yönetimi, dünyada kıyaslandığı diğer müzeler gibi faaliyetlerini genişletmek, ziyaretçilerine daha fazla imkân sunabilmek için Bakanlık ve Türsab arasında 2009’da imzalanan protokol gereği kurumsal kimlik çalışması başlatılmış ve “Çağıran, Karşılayan, Ağırlayan Müze” sloganını benimsemiş. Müze, dönem dönem dünyadan çeşitli gezici sergilere de kapılarını açıyor.
Sultanahmet’de Gülhane Parkı’nın kapısından geçerek müze avlusuna kısa bir rampadan çıkıyoruz. Bakanlığa bağlı olan Müzeyi Pazartesi harici günlerde Müzekart avantajları ile gezebilirsiniz. Avluda bizi üç bina karşılıyor: Arkeoloji Müzesi, Çinili Köşk ve Eski Şark Eserleri Müzesi. Avludaki en genç ama Türkiye’nin müze olarak inşa edilmiş en eski binası olan Arkeoloji Müzesi’nin geniş merdivenlerinden tırmanarak gezimize başlıyoruz.
Salona geçince bizi Osman Hamdi’nin büstü ve hayatından fotoğraf kareleri karşılıyor. Yakın zamanda “Kaplumbağa Terbiyecisi” resmi ve satışı ile bilinirliliği artan Osman Hamdi bey, eğitimini Paris’de tamamlamış, döneminin değerli bir sanatçısı, kamu yöneticisi ve vizyoneridir.
Osman Hamdi Bey, temelleri 1846’da Sultan Abdülmecid zamanında atılan İmparatorluk Müzesi’nin (Müze-i Hümayun) müdürlüğüne atanmasını (1881) müteakiben yürüttüğü arkeolojik çalışmaları ve idari faaliyetleri ile Türk Müzeciliğine yeni bir soluk getirir. Nemrut Dağı, Myrina, Kyme ve diğer Aiolia Nekropolleri’nde ve Lagina Hekate Tapınağı’nda kazılar yapar ve buradan gelen eserleri müzede toplar. 1887-88 yıllarında Sayda’da (güney Lübnan bölgesi) yaptığı kazılar sonucunda Krallar Nekropolü’ne ulaşır ve Sidon Krallığı sergi salonunda göreceğimiz pek çok lahit ile İstanbul’a döner.
İçinde bulunduğumuz bina da bu dönemde, Sayda kazılarında bulunan nadide eserlerden bir tanesi olan “Ağlayan Kadınlar Lahdi”nden esinlenerek, Osman Hamdi’nin Paris’den arkadaşı ve dönemin ünlü Levanten mimarı Alexander Vallaury tarafından tasarlanır ve zaman içinde ek binalarla genişletilerek bugünkü genişliğine ulaşır.
Beyrut’un güneyinde kalan bir Akdeniz şehri olan Sayda, antik çağda önemli bir Fenike şehridir. Tarih boyunca çeşitli devletlerin yönetiminde olmuş şehir 1517’de Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı topraklarına katılır ve 1. Dünya savaşına kadar 400 sene boyunca Osmanlı idaresinde kalır.
Osman Hamdi Bey tarafından yönetilen Sidon (Sayda) kazılarında bulunan en eski tarihi eser (MÖ 6. – 7. yüzyıl) lanetli olduğuna inanılan dranit (volkanik kaya sınıfında bir maden) bir lahittir. Mısır Firavunlarının kullandığı insan biçimli (andropoit) bir forma sahip lahdin üstündeki hiyeroglif yazıda lanetten ilk sahibinin Mısırlı bir general olduğu anlaşılır. Lahdin alt tarafında ise Fenike dilinde lanet tekrarlanmış ve lahdin Sidon kralı Tabnit’e ait olduğu anlatılır. Kralın yeni bir lahit yerine bir Mısırlının lahti içine konması ile ilgili de çeşitli rivayetler var olmasına karşın ani ölümü üzerine en değerli lahdin kullanılmasının tercih edilmiş olması yaygın kanıdır. Lahdin içini açan Osman Hamdi mumyayı çıkarır ve kazıya katılan kimse bu katmerli lanetten etkilenmez. Bugün lahdin yanındaki camekanda sergilenen yaklaşık 2600 yıllık mumyada iç organlarını, derisini, saç tellerini görmek mümkün.
MÖ 5. yüzyıla tarihlenen Satrap lahdinin üzerinde adın bilinmeyen bir Sidon kralının hayatından sahneler resmedilmiş. Ana figürün kıyafetleri Perslilere ait olduğu için lahite de Pers valisi anlamına gelen “Satrap” ismi verilmiş.
Kapalı kutu benzeri lahitlerden farklı olarak yüksek ve yuvarlak çatılı lahitlere Likya modeli lahitler deniyor ve MÖ 4. yüzyıla tarihlenen Likya lahdine de muhtemelen Likyalı olan ustasının tarzı nedeni ile aynı isim veriliyor. Lahdin uzun yüzlerinden birisinde aslan avlayan amazonlar, diğer yüzünde ise yaban domuzu avına giden atlılar ve kısa kenarlarda iki tane Kentauros’un (belden aşağısı at olan insan figürleri) bir geyik için mücadelesi canlandırılmış.
Dünya arkeoloji tarihinde önemli bir keşif olarak kabul edilen İskender Lahdinin MÖ 4. yüzyıl sonunda yaşamış Sidon Kralı Abdalonymos’a ait olduğu düşünülüyor. Lahdin uzun yüzlerinden birisindeki anlatılan Issos savaşında Perslerle mücadele eden ve sırtında aslan postu olan ana karakter İskender’den esinlenerek lahite bu isim verilir. Soylu bir aileden gelen Kral Abdalonymos yoksul düşer ve çobanlık yapar. Tyros (bugünkü Sur şehri) kuşatmasında gösterdiği başarılara karşılık olarak Makedonya’dan yola çıkmış Büyük İskender sayesinde tekrar kral olur.
Lahdin diğer tarafında, kralın da hayatını kaybettiği Gazze savaşından sahneler yer alır.
Canlandırmalardaki heykellerin ellerindeki silahlar da gümüş imiş ama yağmalanmış, halen müzenin envanterinde bir balta var. İskender lahdi, genel olarak oldukça iyi korunmuş olması ile tüm dünyada dikkat çeken önemli bir eser.
Hikâyeye göre, 1901’de Sultan 2. Abdülhamit’in 25. tahta çıkış yıl dönümünde ziyarete gelen Alman Kralı 2. Wilhelm Alman çeşmesini yanında hediye getirir. Sultan’ın da bu hediyeye karşılık İskender lahdini vereceği söylentileri yayılır. Konu Osman Hamdi’nin kulağına kadar gider ve soran gazetecilere, eğer böyle bir durum varsa kendisinin de lahdin içine girip intihar edeceğini söyler. Neyse ki konu hiçbir zaman gündeme gelmez.
Eski zamanlarda, ağlamakla görevli kadınların cenazelerde bulunması bir gelenekmiş ve lahit ilk bulunduğunda üzerindeki canlandırılanlanarın da bu kadınlar olduğu düşünülmüş. Ancak her biri farklı şekilde duran ve oldukça dikkat çekici bu lahitteki 18 kadının, Ağlayan Kadınlar Lahdinin sahibi Sidon kralının eşleri veya haremindeki cariyeleri olduğu anlaşılmış.
MS 3. yüzyıla ait Sidamara Lahdi 32 tona ağırlığı ile dünyanın en ağır lahdidir.
Oldukça gösterişli işlemeleri olan mermer lahdin adı, bulunduğu Konya Ambarlı Köyü’nün antik dönem isminden (Sidamara) geliyor. Üzerinde bulunan karı-koca figürlerinden Lahdin bir erkeğe ait olduğu anlaşıyor.1900’de bulunan lahit Osman Hamdi bey tarafından zorlu bir yolculukla İstanbul’a getirtilir.
Sidamara tipi sütunlu lahitlerin yüzleri süslü sütunlarla, sütun araları şahıs tasvirleriyle doldurulmuştur. Kökenleri net olmasa da Anadolu’da sıklıkla görünmektedir. Bu tip lahitlerde, lahtin sahibi erkek ise karısı ile birlikte, kadın ise yalnız başına kabartmalarda simgelenir.
En eski yazıtlardan itibaren anlatıldığı üzere, geçmişten günümüze yaşamdan sonra ölümsüzlük arayışı devam etmektedir. O dönem ki inanışa göre, yaşamdan sonra devam edecek hayatta yeniden dirilecek kişi, bugün kullandığı eşyalarına ihtiyaç duyacaktır ve bu nedenle özellikle varlıklı insanların cenazeleri çürümemesi için kişisel eşyaları ile birlikte oldukça gösterişli lahitler içine saklanır. Helenistik dönemden bu yana, lahitler üzerine özellikle mezar soyguncularını ve hırsızları korkutmak için türlü lanetler yazılması da bundandır.
Çoğu medeniyet ince işçilik eseri mermer lahitleri gömerken Mısırlılar gibi denizci bir millet olan Likyalılar da lahitlerini gömmemiş ve yer yüzünde bırakmışlar. Denizci bir millet, ölülerinin de “cennet”e ancak gemi ile gidebileceğine inandığı için lahitlerini ters çevrilmiş tekneler ile kapatmışlar. Ege bölgesinde yaşamış Likyalıların yeryüzü lahitlerine, bugün gittiğiniz bir tatil yöresinde, açık alanda, deniz kenarında veya manzaralı bir tepede rastlayabilirsiniz. Bu lahitler açık havada uzun süre dayanamamış ve oksitlendiği için üzerlerindeki işlemeler de zamanla kaybolmuş.
Bizans sahil sarayı olan ve oldukça geniş bir alana yayılmış Bukoleon Sarayı’nın eski gravürlerde resmedilmiş, Cankurtaran tarafında denize ve limana nazır bir balkonunda iki aslan nöbet tutar. Tüm İstanbul’da taşın taş üstünde kalmadığı Latin yönetimi döneminde, yağmalardan zarar görmemiş bu aslanlar bugün Arkeoloji Müzesi’nin en değerli eserlerini beklemekteler.
Müzenin İstanbul’a ve yakın tarihe yönelik bölümünde halen yaşayan, sokaklarında dolaştığımız yapılardan bulunan eserlere, seramik, taş ve kemikten yapılmış günlük kullanım eşyalarına, silahlara ve takılara yer verildiği için daha aşina gelebilir. Örneğin, Sultanahmet meydanında yer alan ve şehri akrep, yılan istilalarına karşı koruduğuna inanılan sarmal şeklindeki Yılanlı Sütun’daki üç yılandan birisinin başını, kiliseden camiye çevrilmiş çeşitli camilerin restorasyonu sırasında toplanmış Bizans dönemi eserlerini ve İstanbul’un fethi sırasında Haliç’i kapatan zincirden bir parçayı görebilirsiniz.
Haliç ve Galata surlarını gösteren bu gravürde, Bizans yönetimi tarafından özellikle özerk niteliği de bulunan Cenevizlilerin bölgesinin surlarında ve boğazdaki Ceneviz Kalelerinde (Yoros Kalesi) kullanılması istenen 4B arması dikkat çekicidir.
13. yüzyılda yaşamış ve Latin istilası sonrası İstanbul’u geri almış ve Bizans İmparatorluğunu tekrar kurmuş Mikhail 8. Palaiologos’a ve hanedanına ithaf edilmiş bu arma “Hükümdarlara hükmeden hükümdarların hükümdarı” anlamına gelir.
Işıklandırma ve özellikle lahitlerin yerleştirilmesi fotoğraf çekmek için uygun. Her salonun girişinde ayrı bir güvenlik görevlisi var ve özellikle flaş kullanımı ile sürekli uyarıyorlar. Gezdiğim müzelerden birisinde cemakan içindeki bir eserin özellikle bir bölümünün dışarda bırakıldığını ve bu kısmının ziyaretçilerin pervasız müdahalelerinden dolayı nasıl yıpranmış olduğunun da ayrıca sergilenebildiğini hatırlıyorum. Üzücü.
İstanbul Arkeoloji müzelerini ilk kez sekiz sene önce ziyaret etmişim ve bugün pek detay hatırlayıp gelişmeleri değerlendiremesem de birkaç ay önce Londra’da gezdiğim British Museum ile kıyasladığımda alınacak epey yol olduğunu söyleyebilirim. Koleksiyondan seçilmiş eserler ile ilgili müzenin internet sayfasından bilgi alabilirsiniz.
Kampüsteki üç müzeyi de doya doya gezmek, sergilenen tüm eserleri incelemek isterseniz bir gününüzü ayırmanızı öneririm. Soluklanmak istediğinizde bahçede çay-kahve içebileceğiniz fahiş fiyatlı küçük kafe bulunuyor. Öğle yemeği için biz yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri paylaşmayı tercih ettik.
Öğleden sonra Çinili Köşk‘ü ve Eski Şark Eserleri Müzesi‘ni gezeceğiz.
03 Mart 2013
8 thoughts on “Taşı toprağı altın memleket: İstanbul Arkeoloji Müzeleri”