Bugün İstanbul tarihi yarımada sokaklarında dolaşacak ve Bizans döneminin izlerini takip edeceğiz. Gün boyunca Kariye Müzesi’ni, Tekfur Sarayı’nı ve Fethiye Müzesi’ni ziyaret edeceğiz.
Kariye Müzesi
Kariye Müzesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı bir müze olarak 1945’de ziyarete açılmış. Fotoğraf çekmek amacı ile defalarca ziyaret ettiğimi müzeyi bu kez İstanbul Gezginleri ekibi ile ziyaret ediyorum.
Doğu Roma İmparatorluğu (4-15. yüzyıl), Latin istilası (13. yüzyıl), büyük depremler (1296) ve Osmanlı İmparatorluğu (15. yüzyıl ve sonrası) dönemleri başkent için olduğu gibi, Kariye Kilisesi için de dönüm noktaları olmuş ve tekrar tekrar genişletilerek inşa edilen yapıdan günümüze sadece kilise bölümünü görebiliyoruz
Yedi asırlık Kariye mozaiklerinin şifresini adım adım takip ederken kilisenin orijinal kapısında bizi “Pantokrator İsa (Kainatın Efendisi)” karşılıyor. İsa’nın yüceliğini ve tanrısallığını anlatan sahnede, İsa sol eli ile İncil’i tutuyor ve sağ eli ile de takdis işareti yapıyor. İsa’nın yüzündeki ve kulaklarındaki asimetrik çizim, özellikle mozaiğin salonun karşı köşelerinden de sanki o tarafa bakıyormuş gibi görünmesini sağlıyor. Yani Rönesans döneminden yıllar önce perspektif tekniğinin burada uygulandığı görebiliyoruz.
Kilisenin ilk yapılış tarihi bilinmemekle birlikte, bölgenin 4. yüzyılın başlarında (Aziz Babylas’a ve müritlerine ait özel eşyaların -rölik- bu bölgeye gömülmesi sonrası) kutsal olarak tanındığı bilgisi yaygındır.
1600 yıl öncesinin İstanbul’unu çevreleyen 1. Konstantin surlarının dışında kalması sebebiyle, İsa’ya adanmış bu Kilise’ye Grekçe “Kırsal alan” veya “Kent dışı” anlamına gelen “Khora” ismi verilmiş. Bu isim diğer bir telafuzzu ile ise “Meryem ananın rahmi” yani “İsa’yı doğuran ağız” anlamına geliyor.
12. yüzyılda Avrupalı halk ağır vergilerden dolayı Ortaçağ derebeylik düzenine karşı ayaklanacakken Krallar Papa’dan yardım ister. Kilisenin geliri de bu Krallar tarafından sağlanmaktadır ve Papa çözüm olarak inançlı halkı Kudüs’ün zenginliklerine doğru sefere teşvik eder. Ancak seferler ve savaşlar sırasında halk daha da yoksullaşır ve 4. Haçlı seferinde (1204) İstanbul’a ulaştıklarında şehri yağmalarlar.
Bizans hanedanı idareyi geri aldığında, 57 yıl boyunca süregelen Latin İmparatorluğu döneminde yağmalanmış Büyük Saray’dan Tekfur Sarayı (Blakernai Sarayı)‘na taşınır ve böylece yeni saraya yakın olan Kariye Kilisesi de Saray kilisesi olarak daha da değer kazanır. Aynı dönemde, İstanbul halkı da yağmalardan ve ağır vergilerden o kadar bunalır ki, Bizanslılar şehri geri aldıktan iki yüz yıl sonra, Müslüman Osmanlı padişahı 2. Mehmet surlara dayandığında bile “Latin külahı yerine Osmanlı sarığı”nı tercih edeceklerini anlatırlar.
2. Mehmet İstanbul’u Osmanlı Devleti’nin başkenti ilan ettiğinde, şehrin ismi dahi değiştirilmezken (Osmanlıca “Kostantiniyye” veya “İslambol” olarak anılan şehrin adı resmi olarak 1930’da “İstanbul” olarak değiştirilmiş) bu önemli dini komplekse de herhangi bir zarar verilmez. Sultan 2. Beyazıt döneminde (1511), kilise camiye çevrilir ve bünyesine bir de medrese eklenir. Osmanlı döneminde kilise dışında kalan manastır zamanla yıkılır, apsis içine mihrap eklenir, mezar bölümündeki lahitler kaldırılır ve çan kulesi yıkılarak yerine minare inşa edilir. 18. yüzyıl başında eklenen mektep ve aşevi de günümüze kadar gelememiş bölümler arasında.
Kariye Kilisesi’nin Müslüman ibadethanesi olarak kullanıldığı dönemde, İncil’den sahneler tasvir eden mozaiklerin açılıp kapanabilen ahşap kapaklarla örtülmüş olması, bana göre Osmanlı Devleti’nin mekana verdiği değerin bir göstergesidir. Gezdiğim pek çok tarihi yapıda, camiye dönüştürülmüş Ayasofya’da dahi mozaiklerin kazındığı, fresklerin alçı ile sıvanarak yok edildiği bilinirken Kariye’deki orijinal mozaiklere ve fresklere yüzlerce yıl sonra hayran kalıyorum.
14. yüzyılda Bizans hükümdarı tahtan indirilince dönemin başbakanı Metokhites de Meriç kıyısında bir şehre sürgün edilir. Aynı zamanda alim bir Hıristiyan olan eski başbakan sürgün yerinin Kariye kilisesi olarak değiştirilmesini talep eder ve kabul edilir. Mal varlığını Kariye Kilise’nin restorasyonuna ve burada kurduğu kütüphaneye harcayan Metokhites, orijinal İncil’de (Babylas İncili)yer alan hikayeleri kilise duvarlarına resmeder. Ancak mozaikleri, Katolik Papa idaresine ve onyıllar önce yaşanmış yağmaların tekrarlanmasına karşı koruyabilmek için, karmaşık bir sıra ile dizer. Böylece ilmini de gelecek nesillere aktarabilmek ister.
Mozaiklerde Hz Meryem’in doğumundan Hz İsa’nın doğumuna, Kudüs’e ve Mısır’a göçlerine, peygamberlik dönemine ve Hıristiyanlığın yayılmasına, Hz İsa’nın mucizelerine, cennet ve cehenneme, mahşer gününü ait sahneler resmedilmiş. Daha fazla bilgi için ekibin Çok Okuyan’larından olan rehberimizin internet sayfasını ve mozaiklerde, fresklerde anlatılan sahneler ile ilgili detaylı anlatım için resmi müze sayfasını ziyaret etmenizi öneririm.
Kariye’nin sırlarından birisi olarak, Hıristiyan inancına göre dört büyük melek ile Tanrı arasındaki iletişimi sağlayan tek ulahın, cennetin bekçisi ve Tanrı’nın tahtının koruyucusu altı kanatlı Serafim meleğinin tasvirini iki farklı mozaikte görebilirsiniz.
Mihrabın bulunduğu Naos salonunun batı duvarında, ana kapının üzerinde yer alan “Meryem’in Ölümü (Koimesis)” sahnesinin diğer bir özelliği de bilinen Rönesans tarihinden (15.-16. yüzyıl) yıllar önce iki boyutlu bir düzleme derinlik (persfektif) veren çok katmanlı boyama tekniğinin kullanılmış olmasıdır. Galata’da Arap Camii’ni ziyaretimiz sırasında yakaladığımız ipuçlarına göre Avrupa’da Rönesansı yayan bazı sanatçıların yolu İstanbul’dan geçmişti. Sanatın evrenselliğini dünyanın farklı coğraflayarındaki farklı medeniyetlerde, farklı tarihlerde nasıl hayat bulduğunu farketmek tatmin edici bir bilgiçlik hissi veriyor.
Tekfur Sarayı
2. Theodosius döneminde inşa edilmiş ve günümüzde de Sur içi İstanbul’unu çevreleyen surları takip ederek Haliç’e doğru ilerliyoruz. Surların dibinde hafta sonları kurulan Edirnekapı Kuş pazarından gelen kuşların çığlıklarına kapılıyor ve kendimizi taklacı güvercinler ve sakalar arasında buluyoruz.
Ayvansaray semtinde, Bizans döneminin ikinci büyük sarayı olmuş Tekfur Sarayı‘nın önündeyiz. Bizans hanedanı, Latin istilası sırasında (13. yüzyıl) bugünkü Beyazıt meydanını ve Sarayburnu’nu kaplayan Büyük Saray’dan Haliç kıyısındaki bu saraya taşınıyor. Bu önemli saraydan günümüze sadece kalıntılar kalmış ve restorasyon tabelası bize pek umut vermiyor. Halbuki, Tekfur Sarayı’nın kalıntıları bile o kadar değerli ki, hikayeye göre, halen Topkapı Sarayı Müzesi’nde sergilenen 86 karatlık Kaşıkçı elması bu kalıntılar arasından, mahallenin çöplüğünde tesadüfen bulunmuş.
“Molla aşkı terası” tabelalarını takip ederek ulaştığımız kafede sonbaharın pusu ile aydınlanan Haliç manzarasını karşı biraz dinleniyoruz.
Çaylarımızı yudumlarken tepeden seyrettiğimiz Draman semtinin sokakları bizi Fethiye Müzesi (Pammakaristos)‘ne götürüyor.
Fethiye Müzesi
Ahmet Ümit’in “İstanbul Hatırası” isimli kitabında da bahsettiği gibi, Çarşamba ve civarı Bizans döneminde de dini motiflerin ağır bastığı bir semt olmuş. Hıristiyanlara, Gregoryan Ermenilere ve Yahudilere de ev sahipliği yapan Haliç kıyılarında Osmanlı döneminde de gelenek bozulmamış ve çok sayıdaki manastır ve kilise arasına mescitler, tekkeler ve türbeler eklenmiş.
Kariye Müzesi’nin görselliği sonrasında Ortodoks Hıristiyan tarihinde önemli bir yere sahip Pammakaristos Kilisesi gözümüze sade geliyor.
Her iki kilise de camiye çevrilirken zorunlu yerler haricinde kalan freskolar ve mozaikler korunmaya çalışılmış, ahşap panolarla veya ince badana çekilerek gizlenmiş.
İç bölümde yer alan sütunların başlarındaki mozaiklerde manastırın kurucusu olan beş keşişin tasvirleri yer alıyor. Bir kubbede, Kudüs’deki ilk kilisesinin kurucusu keşişlerinin tasvirleri var (üzerinde haç olanlar). Sütunları süsleyen şeritlerde ise manastırı yaptıran ailenin arması kullanılmış.
Diğer kubbenin ortasında elindeki İncil ile birlikte Pantokrator İsa ve Hz. İsa’nın etrafında da kendisinden önceki peygamberler tasvir edilmiş; ellerindeki levhalarda tevrattan ayetler gösteriyorlar. Müzenin girişindeki panoda hangi peygamberin hangi ayeti tuttuğu anlatılıyor.
Doğu Roma İmparatoru’nun Hıristiyanlığı resmi din olarak tanımasının ardından Ayasofya’da kurulan Patrikhane İstanbul’un fethi (1453) sonrasında İstanbul’un birinci tepesi üzerinden bir diğeri üzerine kurulu Havariyyun (Hagioi Apostoloi) Kilisesi’ne taşınıyor (1455-1586). Başkentli Ortodoksların ikinci önemli mabedi olmuş bu bazilikanın yıkılması ile patrikhane idaresi, o güne kadar Rahibeler Manastırı olarak hizmet veren Pammakaristos Kilisesi’ne (bugünkü Fethiye Müzesi) taşınıyorken rahibeler de birkaç sokak ilerideki kiliseye taşınıyor (daha sonra camiye çevrilmiş ve halen kullanılan Selami Ahmet Paşa Camii).
Fatih halkının gitgide müslümanlaşması ve kilise ihtiyacının azalması nedeni ile bu kilise de camiye çevriliyor, Gürcistan ve Azerbaycan fetihleri şerefine Fethiye Camii ismi veriliyor (16. yy sonu, 3. Murat dönemi). Böylece İstanbul’daki dördüncü adresi olan Balat’daki Aya Dimitri Ksiloportis (veya Kanavis) Kilisesi’ne yerleşen Patrikhane kısa süre sonra bugünkü adresine, Fener semtindeki Aya Yorgi Kilisesi’ne taşınıyor.
Yapının bir bölümü günümüzde müze olarak ziyarete açık iken duvarın diğer yanı ise Fethiye Cami olarak hizmet veriyor.
Günün son ışıkları, vitraylardan beyaz sıva kaplı duvarlara yansıyıp odayı rengarenk aydınlatırken, ibadete devam edilen Fethiye Camii bakımsız görünüyor.
25.11.2012 / 22.02.2015
6 thoughts on “İstanbul’da Bizans izleri”